Klasik Bir Cumartesi: Iron Maiden – The Number of the Beast
Merhaba.
Büyük olayların bir adım öncesi, işlerin o raddeye gelmesini sağlayan akış ve olaylar zinciri, her zaman için ilgimi çeken bir konu. Belki de bu yüzden Klasik Bir Cumartesi yazıları yazmaktan ayrı bir keyif alıyorum. Iron Maiden gibi metal tarihinin ilk günlerinden beri orada duran dev bir grubun geçmişi de “demek o gün olanlar o şekil olmasa bugün bu şekil olamayacaktı hiçbir şey, vay anasını mevzuya bak moruks ya,” tarzı geyiklere açık tesadüflerle, olaylarla dolu. O nedenle daha önce Powerslave ve Seventh Son of a Seventh Son albümlerini kurcaladığımız KBC köşemde bir kez daha Iron Maiden ile birlikteyiz.
En iyi Iron Maiden albümü tartışmaları Iron Maiden tarihten silindikten yüz yıl sonra bile devam edecek illa ki ama metal tarihinin en büyük frontman figürlerinden Bruce Dickinson’lı ilk Maiden albümü The Number of the Beast, bu tartışmanın neresinde olursa olsun, ilk olmanın avantajıyla her zaman özel bir yere bir sahip. Tabii benim gibi ne olduğundan ziyade nasıl olduğunu daha çok merak edenler için Bruce’un Maiden’a katılma hikayesi çok daha heyecan verici. Şimdi bu hikayeyi kendi ağzından dinlemek için Bruce “The Air Raid Siren” Dickinson’ı davet ediyorum: Haydi kaldır kıçını ve sahneye gel, seni hergele.
Tabii böyle bir imkanım olmadığı için yine bana kaldınız. Neyse, Paul Di’Anno’dan memnun olmadığını o günlerde bile dile getirmekten çekinmeyen Bruce Dickinson 1980 senesinde, kendi grubu SAMSON ile çaldığı bir konserde, onların altında sahne alan Iron Maiden’ı izleyip büyüleniyor. Steve Harris ise Samson’ın müziğini beğenmese de (neyi beğeniyor ki zaten) Bruce’un sahne duruşunu beğeniyor (aa, hemen de geldi cevabı) ve Di’Anno yerine onu düşünmeye başlıyor. Günler günleri kovalıyor ve 1981’in yaz döneminde, sırf Bruce ile görüşmek için kalkıp Fransa’ya giden Steve Harris, yine bir Samson konseri sonrası Bruce’u kenara çekip “Ya bundan sonra sadece benim gazinomda söylersin ya da gırtlağını sökerim lan senin köp-pek! Herkes akıllı olacak oğlum bak!” diye konuşuyor. Nasıl içmiş ama üyf… Yok yok, öyle değil.
1981 Eylül’ünde, Danimarka’da verilen bir konser sonrasında Paul Di’Anno pat diye kovuluyor ve vakit kaybetmeden Bruce Dickinson yeni vokalist olarak duyuruluyor. Hatta öyle bir vakit kaybetmemek ki Ekim ay sonunda İtalya turnesine çıkıyor grup apar topar. Paul Di’Anno olmak istemezsin şu hayatta gerçekten ya. Tabii birkaç konser sonrası hayranlar yavaş yavaş Bruce’a alışmaya başlıyorlar ve iş stüdyoya girmeye geliyor. Bu noktada grubun elinde yalnızca 22 Acacia Avenue ve Children of the Damned var. İlk iki albüm de beş senelik bir birikim sonucu üretilmiş bestelerden oluştuğu için Iron Maiden (Steve Harris diyelim) ilk defa sıkışık bir takvimde, yeni bir vokalistle yeni besteler üretmek gibi bir sorunla karşı karşıya kalıyor. Kayıtta sololar unutuluyor (Gangland parçasının son bölümünde bir gitar solosu olması gereken yerde düz ritim var; kaydetmeyi unutmuşlar, haha), stüdyoda kavgalar ediliyor, matbaada albüm kapağının arka planı yanlış renkte çıkıyor derken epey zorlu bir mücadeleye giriyor grup.
Bu mücadeleden ise The Number of the Beast adında, tarihin en büyük metal albümlerinden biriyle çıkmayı başarıyor. Hey yavrum hey be.
The Number of the Beast, sonradan klasik olan bir albüm değil; daha çıktığı gün yakıp yıkıyor ortalığı. İngiltere’de listelere 1. sıradan giriyor örneğin. NWOBHM akımının zirvesi olduğu gibi aynı zamanda Iron Maiden’a da çağ atlatan, grubun bugün bildiğimiz fenomene dönüşme sürecindeki en itekleyici albüm olarak tarihe geçiyor. Tabii 80’lerin muhafazakar ortamında keçibaş övgülü isim ve görseller sayesinde epey tepki de çekiyor ki bu da otomatikman gençleri Iron Maiden’a iten başka bir etmen olarak grubun ekmeğine yağ sürüyor. Satanizm korkusuyla plak bıçaklayanlar mı istersiniz, Taksim’de toplanıp Iron Maiden bayrağı diye Judas Priest bayrağı yakanlar mı dersiniz… Cahil her yerde, her zaman diliminde cahil.
Martin Birch’ün temiz prodüksiyonu, dönem için yeni bir fikir olmanın dışında albüme ısınmayı kolaylaştırırken Iron Maiden’ın ana akımda tanınmasına da yardımcı oluyor. Ayrıca ana akım demişken girişteki davul partisyonunu Bruce’un yazdığı ve çaldığı Prisoners‘dan tutun da (televizyon dizisi), aynı isimde bir film olan Children of the Damned‘e, bariz sebeplerle The Number of the Beast‘e veya gün geçtikçe daha da anlamlanan Run to the Hills’e (Kızılderili üzerinden azınlık hakları diyelim kabaca) kadar pek çok şarkı da söz ve tema noktasında popüler kültürden referanslarla bezeli olduğu için rahatlıkla bağ kurabiliyor dinleyiciyle. Her anlamda ilk büyük Iron Maiden albümü kısacası The Number of the Beast.
Sanki Şeytan ile anlaşma yapmış gibi, bu albümden sonra Iron Maiden için limit gökyüzü oluyor gerçekten de ve grup arka arkaya metal tarihine geçen klasikler patlatmaya başlıyor. Ben açıkçası bestecilik tarafında biraz daha cesur, anlatı açısından da epik ve zengin diğer birkaç albümünü çok azıcık daha fazla sevdiğim için en güçlü Maiden albümü olarak görmüyorum The Number of the Beast‘i ve tam puan veremiyorum ama her anlamda bir metal klasiği olduğu gerçeği değişmiyor tabii. Tüm zamanların en başarılı single çalışmalarından The Number of the Beast, Run to the Hills ve elbette Hallowed be Thy Name, belki de yüzlerce dinleme sonrasında bugün tekrar açtığımda bile hiç de 1982’de yazılmış, neredeyse 40 yaşına girmiş parçalar gibi hissettirmiyorlar… Nasıl 1982 ya gerçekten? Bir saniye abi, değişik bir farkındalık geldi şu an. Ne demek ya 1982? Nasıl eskimiyor arkadaş bu şarkılar, nasıl?!