Klasik Bir Cumartesi: Terrorizer – World Downfall
Merhaba.
Sanatın siyasetten bağımsız olup olmaması gerektiğine ilişkin tartışmalar yüzyıllardır devam ediyor. Bu konuyu akademik düzeyde tartışacak donanıma sahip değilim ve konumuz da bu değil (biraz da bu aslında) belki ama şu kadarını söyleyebilirim ki modernist bakış açısı sanatın özerk bir doğası olduğunu ve siyaset, din, sınıf gibi kavramların sanat aracılığıyla desteklenmesinin kabul edilemeyeceğini belirtiyordu. Frankfurt Okulu öğretileriyle ise bu bakış açısı ortadan kalkmaya başladı ve postmodernizm, sanat ile siyasetin arasındaki çizgilerin belirsizleştiğini savunarak kültür inşasının devlet kontrolünden çıkmasıyla sanatın siyasi bir araç olmasının önünün tamamen açıldığı söylemiyle kafaları karıştırdı. Tabii Marksist bakış açısını unutmayalım: İşçi sınıfını zincirlerinden kurtaracak bir araçtır sanat! En azından öyle olması gerektiğini söylüyor Marksist öğreti. Picasso ise dünyada olan biten hararetli olayları sanatıyla yansıtarak dünyaya duyurmaya hazır, tamamen siyasal bir varlık olarak görüyor sanatçıyı. Kaba kaba özetliyorum ama kısacası ortalık çok karışık.
Postmodernist günümüz dünyasında siyaset, sanatı kontrolünde tutmak için elinden geleni yapıyor. Kaldı ki artık sistem denen şey öylesine büyük ki tamamen onun dışına çıkmak, muhalif durmak veya kendi sesini duyurmak, eğer temsil etmek istediğin tarafın varlığı istenmiyorsa çok açık bir şekilde imkansız. İster yerele mercek tutup akıllı sıfatıyla bir araya getirilmiş, süregelen popülerlikleri üzerinden propaganda aracına dönüştürülen ünlüleri, ister küresele odaklanıp kimi platformların belirli yaşam biçimlerini, bakış açılarını empoze edişleri ve bu nedenle onları hangi güçlerin destekleyip hangilerinin yasaklamaya çalıştığını düşünerek kolaylıkla varabilirsiniz bu sonuca. Zaten meydan okuyanın sesinin ne kadar yükselebileceğine meydan okunanın karar verdiği bir dünyada ayrılıkçı bir sanat üretimi mümkün mü?.. Internet, Matrix’in ara sistemi gibi neredeyse özgür olunabilen alanlar yaratıyor belki şahıslara veya ufak gruplara ama yine de gerçek bir özgürlük düşüncesi, dilediğini söyleme fikri artık kulağa deli saçması gibi geliyor bazen bana…
Neyse ki grindcore var!
Yıllarca sosyal veya politik açıdan olan bitenlerden rahatsız gençlerin sığınağı olagelmiş punk ile metalin 80’ler boyunca devam eden alışverişi sonucunda speed metal, thrash metal ve o da yetmediğinde elbette grindcore gibi muhteşem müzik türlerinin ortaya çıktığını düşünürsek 80’ler sonunda çiçek açan grindcore ile bu iki türün ortaklığında tepe noktasına ulaşıldığını söyleyebiliriz herhalde. Nitekim Napalm Death’in demo günlerinde hardcore punk yapan bir grup olduğu bilinen bir gerçek zaten. Bu müziğin kökeninde saf punk ruhu var ve punk demek politik olmak demek elbette. Kısacası bu türü beğenmeseniz dahi “grindcore ne ağbii harhör bağırıyorlar,” demeden önce bir kez daha düşünün isterim. Terrorizer da siyaset ve din gibi konulara girmekten asla çekinmeyen ve lafı gediğine oturtan bir isim ve sözlerinden, duruşundan bağımsız halde düşünülemez asla; bunu en baştan belirtmek gerek.
Shane Embury (NAPALM DEATH, LOCK UP ve daha neler neler) olmasaydı TERRORIZER da olamayacaktı aslına bakarsanız. Öyle ki takvimler 1989 yılını gösterdiğinde Terrorizer daha ilk albümünü bile kaydedemeden çoktan dağılmıştı. Fakat Shane Embury, bu Kaliforniyalı ekibin demo kaydını öyle sevmişti ki death metal ve grindcore taraflarında CARCASS, NAPALM DEATH, BOLT THROWER gibi canavarlarla çalışmakta olan Earache Records’un kurucusu Digby Pearson’a yalvarmış, Pearson da Terrorizer’ı bir şekilde yeniden toplayıp stüdyoya kapamayı başarmıştı. REPULSION ve Napalm Death gibilerinin araladığı kapıdan geçecekti Terrorizer. Kaliforniyali üç deha, World Downfall‘u kaydetmek üzere Tampa, Florida’ya doğru yola çıkmıştı böylece. Hoş, albümün çıkmasına az bir zaman kala gene dağılacaklardı ama olsundu…
MORBID ANGEL insanı David Vincent prodüktör koltuğuna oturmuş, aynı zamanda da bas gitarı çalmayı kabul etmişti. İşin teknik tarafında ise Morrisound‘da yapacağı müthiş işlerle ekstrem metal tarihine geçecek Scott Burns sayesinde Terrorizer gayet emin ellerdeydi. Sekiz saat civarı bir sürede kaydedilip mikslenen World Downfall‘un grindcore türünün ve genel anlamda ekstrem metalin mihenk taşlarından birine dönüşmesi için ise ondan biraz (fakat o kadar da çok değil) daha fazla zamana ihtiyaç vardı tabii.
Müzikal tarafta hiçbir sürprizi, özel gücü veya gizli silahı yok aslında bu albümün. Neden mi? E sayalım kadroyu: Davulda Pete “Commando” Sandoval, vokalde Oscar Garcia, bas gitarda David Vincent ve gitarda Jesse Pintado… Bu dörtlünün üçü zaten bugün ekstrem metalin en değerli insanlarından kabul ediliyor ki vokalist Oscar Garcia’nın şu kadro içinde bile sırıtmadığını, zayıf halka gibi görünmediğini düşününce ona da hakkını vermek gerek. Oscar’ın bu türdeki en keskin kalemli söz yazarı olduğunu iddia etmek zor ama albümün metal ağırlığına katkıda bulunan tarzı, ona uyan sert vokaliyle World Downfall‘un karakteristik özelliklerinden biri şüphesiz. Ayrıca bestelerin üçte birinin Oscar’ın önceki grubu NAUSEA materyali olduğunu da ekleyelim.
Karakter deyince tabii konu direkt Pete “Commando” veya “The Feet” Sandoval’a geliyor. Çok bir şey söylemeye gerek var mı bilmiyorum gerçekten, çünkü onun Morbid Angel’a katılana dek çift pedala geçmediğini, World Downfall‘daki bu akıl almaz hızın tek pedal marifeti olduğunu düşününce gardrobunuzdaki ceketlerin düğmeleri bile kendiliğinden ilikleniyor. Ekstrem metal tarihinin Dave Lombardo, Sean Reinert, Gene Hoglan gibi isimlerle birlikte en etkili, en ilham veren davulcularından biri… Ha bu arada ekstrem metal camiası Morbid Angel adında yeni bir gücün doğumuna tanıklık ediyor, altı-yedi ay evvel çıkan Altars of Madness ekstrem metal piyasasını kasıp kavuruyorken oluyor tüm bunlar. Bir yıl içinde iki ayrı grupla iki defa ekstrem metal tarihine geçiyor yani Pete Sandoval – David Vincent ikilisi… Hey yavrum hey be.
Scott Burns’ün ustalık işlerinden biri aynı zamanda World Downfall. Her şey alabildiğine çiğ ve buna karşın tertemiz. Basılan her nota, yapılan her vuruş net bir biçimde duyuluyor. David Vincent’ın gitarı takip etse de derinlik katan bas gitarı, Pete Sanvodal’ın asla karambol seviyesine düşmeyen tertemiz atakları, 2006’da kaybettiğimiz Jesse Pintado’nun orta tempolu muhteşem rifleri… Eğer grindcore müziğiyle ilgili sorununuz duymak ise tam size göre bir albüm bu kısacası.
Grindcore, sık konuştuğumuz bir tür değil Metalperver’de ve bazen hayıflandığınızı söylüyorsunuz çeşitli mecralar üzerinden bana. Size karşı her zaman olabildiğim kadar dürüst olmaya çalışıyorum ve o yüzden de bunu söylemekten çekinmeyeceğim: Beni gündemden, siyasetten bahsetmek zorunda bırakacak, içimi dökmeye itecek işlerden mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorum. Bunun da sebebi basit gayet ve zaten yazının başında sağından solundan dolanarak bir şeyler söyledim bununla ilgili. Tekrar olacak belki ama neyse ki grindcore var gerçekten ve bugün grindcore türünde standart olarak bilinen her şeyin (abartmıyorum) belirleyicilerinden biri World Downfall ; Metalperver’de yer almaması düşünülemezdi haliyle. Şahsi fikrime göre ise Horrified, Scum ve bana bu müziği öğreten, sevdiren Helvete ile birlikte grindcore’un en büyük eseri.
100/100
Patronlarımıza sunduğumuz hoşluklardan faydalanmak ve Metalperver’i desteklemek için Patreon sayfamıza göz atabilirsiniz: