Klasik bir Cumartesi: Helstar – Nosferatu
Bazen öğrencilik ve çocukluk yıllarına dönüp baktığımda yeni grup bulmanın nispeten zor olduğu, ancak yeni öğrenilen bir grubun ulaşılabilir her malzemesini iyice tükettikten sonra bir başka grup arayışı içerisine girdiğimiz nostaljik ve garip bir dönem yaşadığımızı hatırlıyorum. O dönem içerisinde çok iyi ve arkadaş çevresinde daha önce duyulmamış bir grubu keşfetmek kalplerimizi müthiş bir sıcaklıkla doldurur, akşam yatağımıza yattığımızda “bak benim söylediğim grubu dinliyor hepsi. Nasıl da sevdi köftehorlar, oley be”, diye sevinir, saçma sapan duygulara kapılırdık. O zamanlardaki birkaç keşfim yüzünden bu tip coşkulu anlar yaşamış olsam da birtakım keşifleri büyük bir heyecanla dostlar meclisine sunduğumda “bu ney lan” tepkisini almam beni ziyadesiyle üzüyor, atom fiziğine de metalciliğe de lanet edecek noktalara getiriyordu. Ne yaptım ne ettiysem bir türlü arkadaşlarıma sevdiremediğim gruplara karşı kendimi mahcup hissediyor, vokalistlerinden borç almış ve ödememek için telefonlarına çıkmıyormuşum gibi bir ruh haliyle kendimi Ankara sokaklarına atıyordum. En çok zorluk çektiğim ve beni bu türden bunalımlara gark eden grup ise hiç şüphesiz Helstar’dı. Lise sıralarında delirmiş gibi “Ya ama bi şu soloya bak! Ya 25 sene öncesinin albümü, böyle konsept, şöyle davul, LAN HİÇ Mİ ANLAMIYONUZ?!” gibi histerik çıkışlarla dostlarıma bu grubu sevdirmeye çalışıp başaramıyor, akşam eve döndüğümde halimi gören kadın anama ise “Ben müsaadenizle odama çekiliyorum kadın anam.” demekle yetiniyordum…
Netice itibariyle bu yazı da o dönemki heyecanımın biraz daha usturuplu bir dışavurumu olacak sanırım. Siz değerli okuyucular da bunca ağlamadan sonra bir zahmet grubu sevecek, ben de böylece yıllar sonra huzurlu bir uyku çekebileceğim.
Bir çoğumuzun yetişemeyeceği, eski bir geçmişe sahip olan Helstar, 1981 yılına kadar uzanan kariyerinin ilk günlerinden itibaren üstüne koyarak ilerlemiş, power/speed/thrash metalin 80’lerin sonundaki haline gelmesine büyük katkısı olan bir grup. Burning Star, Remnants of War, A Distant Thunder gibi, üçü de birbirinden babayaro albümlerden sonra 1989’da yayınladıkları Nosferatu ise sadece grup için değil, müziğin en genel çerçevesinden bakıldığında bile gerçek bir klasik olarak tanımlamaktan başka hiçbir şekilde açıklayamadığım bir başyapıt. Özellikle o dönemdeki METALLICA, SAVATAGE, HALLOWEEN, peş peşe yayınladıkları, türleri tanımlayan, her biri ayrı efsaneleşen albümlerinin arasında kaynamış gibi gözükse de kesinlikle ne aynı yıllarda piyasaya çıkan Operation Mindcrime‘dan, ne Keeper of the Seven Keys Part:1‘dan veya diğerlerinden geri kalır yanı bir yanı yok. Piyasaya çıkış zamanı olarak ölüm grubu gibi bir ortama düşmüş olsa da açıkçası aralarında en çok sevdiğim albüm Nosferatu.
Grubun kendi dinamiklerinden bakıldığında efsane kadro olarak değerlendirebileceğim bir kadronun ürünü olan Nosferatu, baştan aşağıya inanılmaz bir müzikalite barındıran, Andre Corbin ve Larry Barragan’ın metal müzik sahnesine nadiren gördüğümüz, Dave Murray/Adrian Smith gibi bir ayardaki mükemmel uyum seviyesinde yazdıkları gitarlarına neo-klasik müziği öyle ölçüyle, damlalıkla değil kaşık kaşık katarak muazzam bir eser çıkarmışlar. Klasik müziği gitarına çok üstün bir şekilde yedirmesiyle tanıdığımız Malmsteen‘i aratmayan, sololardan ziyade rif ve melodilerde kendini belli eden üstün klasik müzik etkisi ile hızlı, sürekli değişen ve aralarında paslaştıkları riflerle bunların üzerinde çok üst düzey beceriyle yazılıp icra edilmiş sololar sonucunda ikili belki de metal müzik tarihindeki en etkileyici gitar işçiliklerinden birine imza atmış. Daha girişteki intro sayılabilecek Rhapsody in Black bile bir dakikada akılları almaya yetiyor zaten. Oldu ki yetmedi, o zaman Aieliaria and Everonn‘un ilk 30 saniyesine de göz atabilirsiniz. Albümdeki son şarkının girişi böyleyken, şu cümlede kritiği bitirmeyip ne yapayım? Yazayım biraz daha, evet.
Klavyeye fazla bulaşmadan, iki gitar-bas-davul-vokal klasik yapısını koruyarak bestelerini oluşturdukları için klavyenin ekmeğini yiyen bir takım türdeşlerinden ayrılarak gönüllerde kurduğu tahta kat çıkıyor Nosferatu. Zaten grupta bir klavyeci yok, Corbin ve bas gitarist Jerry Abarca yeri geldiğinde bu görevi üstlenmişler. Her ne kadar albüm içinde mükemmel bir homojen yapı oluşturulmuş olsa da 2 dakikalık Von am Lebem Desto Strum‘u dinledikten sonra acaba daha çok mu klavye-piyano olsaymış albümde demekten alamıyor insan kendini.
Bir de Frank Ferreira gibi bir adamı metal müzik dünyası nasıl atlamış aklım almıyor. Bu tempoda bu kadar varyasyon içeren bir davul işçiliğine imza atmış olması, ekipmanındaki her unsuru müziğe katarak ve gitarı bu kadar belirgin kılmayı başaran bir stildeki performansı ile bu mükemmelliğin baş mimarlarından biri. Dinlediğim en güzel davulların büyük bir kısmı bu albümde. Tek tek şarkılardaki davulu dinlemeye kalktığımda bir yerden sonra adam gördüğü her şeye rastgele vuruyor galiba gibi bir izlenim oluşuyordu ilk dinlediğim lise çağlarında. Öyle değilmiş o iş tabii.
Bu klasik grup yapısı ile bu kadar senfonik ve karmaşık bir müzik yapısı oturtmuş olmaları zaten grubun bilenlerin gözünde bu kadar büyük bir hale gelmesinin en büyük nedeni. Yeri geliyor davul bir maestro edasıyla besteyi yönetiyor, baslar tüm albüm boyunca zaten inanılmaz işler yapıyor, yeri geliyor James Rivera bir çığlığı ile şarkıya bir anda vites attırıyor. Kısaca müzikteki her elementin müziğe katkısı olabileceğinin en üst seviyesinde ve hakimiyetleri çok üst düzeyde. Bu nedenle de bu kadar temel bir kurguyla ortaya çıkabilecek en kompleks müziği yaratmak Helstar için çok da zor olmamış. Bu kompleks müziği ise belki de hayatımda dinlediğim thrash gruplarının yarısından daha hızlı bir şekilde çalmayı başarmış olmaları ise gerçekten korkutucu. Klasik müzik tabanlı thrash rifi bombardımanı seansı şeklinde geçen Nosferatu‘da albümün ortasında, gitar virtüözü olduğunu düşünen herkesin şapkasının önüne alıp bir kere daha düşünmesine sebep olabilecek Perseverance and Desperation dışında albümün temposu neredeyse bir an bile düşmüyor. Kaldı ki bu gitar dersi parça bile hiç yavaş değil düşününce. 43 dakika boyunca boş geçen tek bir saniye bile yok albümde kısacası.
Çok belli başlı işler dışında türle aramın çok iyi olmamasına rağmen Helstar öyle farklı bir müzik icra etmiş ki türler üstü bir yapıyla dinletiyor kendisini. Albümün neredeyse yarısından fazlasının Bram Stoker’ın Dracula eserine adanmış ve bu konsepte uygun olarak yazılmış şarkılardan oluşması, bu durumun da albüme daha karanlık bir hava sağlamış olması insanı iyice tür tanımlama hissiyatından çıkarıyor. Birkaç referans isim vermek gerekirse KING DIAMIND, METALLICA, SAVATAGE, MALMSTEEN ve IRON MAIDEN, çılgın Helstar müziğinde duyabileceğiniz gruplardan yalnızca birkaçı.
Nosferatu’nun genel olarak nasıl değerlendirildiğini görmek adına biraz bakınırsanız milyonlarca övgünün arasından albümü beğenmeyenlerin ana dayanak noktası olan vokallerle ilgili eleştiriler her zaman göze çarpar. Eleştiri demek ne kadar doğru bilemem, zira James Rivera’nın vokalleri gerçekten kendine has ve öyle boş söylemediği, bir eğitime sahip olduğu çok belli. Ancak bazı dinleyiciler için biraz fazla cıyak cıyak olabileceğini de kabul ediyorum. Bence kesinlikle değil ve gruba çok iyi giden bir sese sahip olsa da kimilerine alışmak için kısa bir süre gerekli olabilir, kabul.
Jonathan Harker hikayesini müzikal olarak anlatsaydı Helstar’ın yaptığından daha iyi yapamazdı sanırım diyerek işlevsel bir çift kulağa sahip, çok çok iyi müzik dinlemek isteyebilecek herkesin bu albüme bir şans vermesini temenni ediyor ve kapatıyorum. Haftaya bir başka klasik metal albümü incelemesinde görüşmek üzere.
Aaahh ah! Ozel hastasıyım bu grubun ve bu albümün. Fakat yıllar sonra bir Wacken sahnesindeki 8-10 Ergen’in dinlemeye çalıştığı, gündüz vakti sahne aldıklarına şahit oldum ve kahroldum.