Paradise Lost – Ascension
Merhaba.
Kariyeri boyunca 2-3 yılda bir albüm çıkaran ve 40 yıla yakın süredir aktif olmasına rağmen her dönem çokça saygı duyulan, headliner pozisyonunu kaybetmeyen bir doom devi Paradise Lost. Benim de, şahsen en sevdiğim doom grubu olmasa bile, herhalde en saygı duyduğum gruplardan biri. Kariyerinin farklı dönemlerinden, kökleri aynı olsa da baskınlığı farklı türlere kayabilen pek çok klasik albüm sayabiliriz ki bu bile başlı başına inanılmaz bir şey. Paradise Lost seviliyor yani bu topraklarda, onu bir bilin haha.
İlk defa iki albüm arasına 5 yıl gibi uzun bir zaman sokmak zorunda kalan (pandemi sağ olsun) İngiliz devi, Ascension ile geri döndüğünde Paradise Lost müziğini kaldıramayacak bir ruh halindeydim ve bu nedenle epey bir erteledim dinlemeyi. Elbette herkes dinledi, hakkında bir karara ulaştı çoktan; şimdi de sıra bende diyelim ve retrospektif bir harman tadındaki Obsidian‘dan sonra direksiyonu nereye kırmışlar, detaylarda neler bulabiliriz konuşmaya değer, bir bakalım.

Spekülasyon tabii ama (belki de yeni bir röportajın vakti gelmiştir) Obsidian‘ın başarısı veya arada yeniden kaydettikleri (ne gerek var ya, uyuz oluyorum şu re-record işlerine) Icon‘ın yaşattığı nostaljik hisler gibi şeylerle açıklanabileceğini düşündüğüm şekilde, bir kez daha geçmişe ve Paradise Lost’u Paradise Lost yapan şeylere odaklanarak, neredeyse her devrinden bir şeyler barındıran bir albüm yazmış Greg Mackintosh. Burada bence esas mesele, kopuk bir potpuri seviyesine düşürmeden, bütünü gözeterek beste yazabilmek ki Obsidian bu açıdan hayli zayıftı aslında. Ascension da grubun en yüksek zirvelerinden topladığı numuneleri benzer bir atmosferde, biraz dağınık ve sallapati bir halde sunuyor. Farklı dönemlerden ilham almış, bazıları önümüzdeki yıllardaki konserlerde dillerden düşmeyecek, bazılarıysa şimdiden unutulmaya mahkum parçalardan oluşuyor kısacası Ascension.
Büyük sefaletimizin geçit töreni, The Plague Within döneminin death/doom sertliğinde bir açılışla, Serpent On The Cross ile başlıyor. Nick Holmes bir ara sanki çok sıkılmış gibiydi bu işlerden, şimdilerde vokalini besleyen sonsuz öfkesini, ateşini yakalamış gibi tınlıyor bu tip sert bestelerde. Mackintosh, bir Mackintosh gibi kusursuz çalışarak harika rifler ve minik lead melodilerle kulakları şenlendirirken olmazsa olmaz, cazır cuzur Paradise Lost bası da modern prodüksiyonun takviyesiyle yine müziği daha dolgun bir hale getiriyor. Melodiler ağlasa da prodüksiyon capcanlı; bu, son dönem Paradise Lost’u -ve aslında diğer pek çok veteran grubun da kullandığı bir şey- olduğundan hacimli, enerjik gösteriyor.
Holmes’un bariton temiz vokaliyle gotik günlerin dingin yıkıklığını yansıtan Tyrants Serenade, ardından cenaze marşı tadındaki (R.I.P. Chopin diyelim) Salvation’da, gruba yeni dahil olan (Waltteri Väyrynen OPETH‘e gitti biliyorsunuz) Guido Zima Montanarini’nin harika davulları, albümün ilk teklisi Silence Like The Grave‘de Draconian Times zamanlarındakini anımsatan METALLICA vari daha basit ritimcilikler ve vokaller, ilk yarı itibariyle Paradise Lost evreninin geniş düzlüklerindeki harabelerde yürüyüşe çıkmış gibi hissettiriyor insana. Tabii söz tarafında da Paradise Lost, bildiğimiz gibi. Biz bir zamanlar Ascension (Miraç diyelim mi buna?) vadedilen, fakat geriye ancak yıkık dökük silüetlerinin kaldığı binaların döküntüleri içerisinden, aslında ulaşılacak son noktanın ölümden başka bir şey olmadığını haykırıyor Holmes… E ya ne olacaktı, pahalı saatlerinden, karılara nasıl bastığından mı bahsedecekti?
Bayağı güçlü, boşu bulunmayan bir 22-23 dakikanın ardından bir noktada o ivmeyi yitirecektik elbet; Lay A Wreath Upon The World (ender akustik gitarlı Paradise Lost parçalarından olsa da) kötü efektleri, Holmes’un akılda kalıcılıktan çok uzak vokalleri, sadede gelmesinin (Mackintosh’un solosu) 4 dakika sürmesiyle, Ascension‘ın momentumunu epey bir baltalıyor. Keza Sirens da yine filler etiketinden zor kurtulacak gibi duran, Metallica-esque günlerden kalma bir parça ve Holmes’un tiz, akılda kalıcı nakaratına rağmen pek uzun ömürlü olacak gibi gelmedi bana. Bir de o doğu ezgileri filan ne alaka mesela.
Decieverse ise bence düpedüz Faith Divides Us, Death Unites Us albümündeki Universal Dream‘in 2. versiyonu. Gerçekten iki parçayı arka arkaya bir açın, bakın. Bir tek Diluvium biraz ayrılabilir belki ama o da yani diğerleri zayıf diye.
Hal böyle olunca çok coşarak girdiğim Ascension‘dan ağzımda buruk bir tatla çıkıyorum her seferinde. Eminim grubun ölümüne hayranları arasında 2. yarıdaki parçalardan bazılarını çok sevenler çıkar tabii ama sene 2025 olmuş, kimse doğru dürüst 45-50 dakika zaman ayırıp albüm dinlemiyorken inatla bu kadar uzun ve giderek vasatlaşan albümler yazmayı ben gerçekten anlamıyorum pek. Zaten gruplar sadece merch. satışından, turlamaktan para kazanıyorken -elde de yeterli materyal yoksa- 30-35 dakikalara çekilebilir gayet bence süreler. 10 yerine 7 parça olsun mesela, “Aa ne ayıp!” mi diyeceğiz sanki ya haha.
Velhasıl Ascension, tıpkı diğer son dönem Paradise Lost albümleri Obsidian ve Plague Within gibi (Medusa‘yı ayrı tutalım; o çok daha başka bir kafanın ürünüydü) hit parçalar ve yitip gidecek birtakım diğer bestelere sahip, bu nedenle de bütüne bakınca o kadar tatmin etmiyor. Bence grup da zaten aman şöyle albüm yazalım, milletin aklını alalım diye bakmıyor konuya. Mackintosh, şöyle birkaç senede bir,Serpent On The Cross gibi Holmes ile birlikte “Aaaa!” diye herkesi bağırtacak, Ghosts gibi insanları dans ettirecek, No Hope in Sight gibi marş vari death/doom parçaları yazmaya devam edebildiği sürece ben hevesle, koşa koşa Paradise Lost albümlerini incelemeye devam ederim. Varsın 2. yarılar golsüz geçsin, biz bu topu sevmişiz bir kere.
73/100


