Judas Priest – Invincible Shield
Merhaba.
2024’ün metal adına belki en önemli albümü, geçtiğimiz hafta itibariyle kulaklarımıza dolmaya başladı ve kariyerinin 55. yılına yaklaşan, heavy metalin tartışmasız en büyük birkaç isminden Judas Priest’i, 19. albümleri Invincible Shield özelinde konuşacağız bugün. Çok uzatmaya, duygusal anektodlara, kaç yıldır Judas Priest dinlediğimi anlayın diye kastırmaya veya zaten bildiğiniz kitabi bilgileri vermeye gerek duymuyorum. Derileri çekip güneş gözlüklerinizi taktıysanız hadi başlayalım hızlıca.
Çıktığı gün, şehirler arası araba kullanırken dinledim Invincible Shield‘ı ilk defa. Belki de olabilecek en iyi ortamda, trafiksiz ve düzgün bir otobanda (reizzz), arka arkaya patlayan şarkılarla gideceğim yere olması gerekenden daha çabuk varıp aynı şeyi bir de dönüş yolunda yaşadım. O anki hislerimi tarif etmek kolay değil, sonuçta her ne kadar ambiyans keyifli olsa da çok bir şey anlaşılmıyor ama ilk karşılaşmada Firepower kadar çarpmadığını, kulaklarımdan alev fışkırtmadığını söyleyemem lazım. Richie Faulkner’in fazla IRON MAIDEN odaklı (adama hayatını değiştiren 10 albümü sorduklarında bile 2 tane Maiden albümü saymış geçen haha) gitarcılığının törpülendiği, çok güçlü ve temiz bir prodüksiyon (Andy Sneap sağ olsun) eşliğinde zamana meydan okuyacak bir başka Judas Priest klasiği olarak tarihe geçen Firepower‘ın etkisi başkaydı tabii, karşılaştırmak doğru olmaz ama son kaldığımız yer orası olunca hemen kafalar 2018’e gidiyor. Firepower‘ı bir kenara bırakıp olabildiğince Invincible Shield ekseninde kalmaya çalışalım gelin.
Andy Sneap’den başlamak lazım belki de, çünkü 2018’den beri prodüksiyon tarafında bir grup elemanı kadar (hatta daha fazla bence de) etkisi var Judas Priest üzerinde. ACCEPT, SAXON gibi heavy metal veteranları dışında TESTAMENT‘inden KREATOR‘üne, AMON AMARTH‘ından ARCH ENEMY‘sine kadar ana akımı sürükleyen ne kadar şöhretli grup varsa hepsine masabaşında destek veren, bir nevi metalin gidişatına yön veren bir adam Sneap. Onun prodüksiyon tercihleri ve kayıt sırasındaki dokunuşları, insanların dinleme alışkanlıklarıyla birlikte grupların müziklerine yaklaşımlarını da şekillendiriyor desek bu çok yanlış olmaz. Eskinin büyük gruplarını daha cilalı ve temiz prodüksiyonlarla yeni nesillere tanıtıyor, besteleri hap boyutuna indirgeyip hit potansiyelini yükseltiyor, hızlı ve öfkeli isimlerin ekstrem sınırlarında gezen müziklerini daha çok insana ulaştırmak için gerekli adımları atmaktan çekinmiyor. Metali biraz sulandırdığını düşünsem de başarısı apaçık ortada. Eh, ağlayarak günlüğüme yazacak halim yok, bazen övüp bazen de gömüyorum kendisini bu sayfalarda.
Tabii Judas Priest yeni yetme bir grup değil asla ve günün sonunda daha cilalı bir prodüksiyon, kariyerinin 2. yarım yüzyılında genç dinleyicilere ulaşmak adına çok önemli. Invincible Shield da ilk olarak buradan vuruyor ve Panic Attack‘ın nostaljik synth. destekli girişi, alarm sesleriyle birlikte tepeden üstümüze düşen Rob Halford’un cayır cayır vokaliyle birlikte icracılarının yaş ortalamasını asla tahmin edemeyeceğimiz bir enerji, coşku ve pırıltıyla başlatıyor albümü. Bir yapaylıktan, ekstra hacimden, Halford’a yapılan takviyelerden söz edilebilir ama yani 70+ adamlar ne yapsınlar, üçer beşer bira içip hücum kayıt mı alsınlar bu saatten sonra. O yüzden hem prodüksiyon cilasının hem de Andy Sneap’in gerek efektlerdeki gerek bestelerdeki dokunuşlarının Judas Priest’e yaradığını düşünen tarafta olduğumu belirteyim.
Uzun, epey uzun olmasına rağmen Invincible Shield‘ın süresini bir güce dönüştürdüğünü ve tempoyu çok iyi ayarladığını düşünüyorum. Bir-iki tur sonrasında şarkılara alıştığınızda akışın da çok organik, rahat ilerlediğini fark edeceksiniz. Heyecan verici, yüksek tempolu parçalarla orta tempolu marşların yerleri, sonlara doğru blues havalarının estiği ve Rob Halford’un yaşına meydan okuduğu vokal performansıyla taçlanan parçaların kattığı tazelik (Giants in the Sky, Fight of Your Life) ve hemen arkasına yine Vicious Circle gibi hızlı, cızırtılı bir şeyler yerleştirmek gibi ustaca hareketler, süreyi lehe çevirmeyi başarıyor. Aynı şeyden biraz daha, biraz daha olsa feci bayardı muhtemelen ve bambaşka şeyler konuşurduk. Yine de 2. yarıda biraz güç kaybettiğinden söz edilebilir ki ben bile 14 şarkının tamamını dinler miyim birkaç ay sonra, emin değilim.
Yine de benzer bir dinamizm ve akıcılık, özellikle sololar olmak üzere gitar işçiliğinde de söz konusu. Glenn Tipton sağlık sorunları nedeniyle artık iyice geri planda dursa da Sons of Thunder ve Vicious Circle‘da kas hafızasını gözler (kulaklar?) önüne seriyor. Faulkner ise Judas Priest’e artık iyice yerleştiğini göstermiş. Ram It Down‘un sertliği, Painkiller‘ın akılda kalıcılığı, demin bahsettiğim o blues günleri vs. derken de yarım asıra damga vuran o heavy metal külliyatından esintiler dinliyoruz her şarkıda. Dinamik dediysek yepyeni şeyler çalmıyorlar tabii yani. Fakat bu kötü bir şey mi? Bence hayır.
Şarkılara çok girmeyeceğim, çünkü bence herkesin başka başka şarkıları ezber edeceği türden bir yapısı var albümün ama Panic Attack, As God is my Witness gibi 80’ler sonundan fırlamış gibi duran şeyler dinleyebilmek bile büyük keyif ya. Eğer siz de benim gibi Firepower‘ın muhtemelen son iyi Judas Priest albümü olacağını düşündüyseniz Invincible Shield, Kaptan Amerika’nın yenilmez kalkanı gibi patlayacak suratınızda kısacası. Hatta eğer biraz daha progresif, ateşini azıcık kısmış bir Judas Priest’i daha çok seviyorsanız Firepower‘ın önüne koyma ihtimaliniz de hiç düşük değil. Çok, hakikaten çok uzun bir süredir kulaklarımıza misafir olan Halford ve kurmaylarının hala bir yere gitmeye niyeti yok görünüyor ve 55 sene sonra bile “hadi artık, ziyaretin kısası makbuldür,” dedirtmiyorlar. Metal Tanrıları olmak böyle bir şey herhalde.