Dimmu Borgir – Puritanical Euphoric Misanthropia
Merhaba.
Davul kaydında yoğun şekilde trigger kullanılmasına rağmen çok sevdiğim ve belki de bu tercih yüzünden daha çok bağlandığım tek albüm Puritanical Euphoric Misanthropia (PEM) olabilir… Hadi gelin, tüm zamanların en heybetli metal davulcularından Nicholas Barker’ın işi iyiden iyiye şova dökmeye başladığı yıllara, 2000’lerin başına gidelim ve biraz Dimmu Borgir konuşalım.
Bugün herkes Dimmu Borgir’i Shagrath, Silenoz ve Galder üçlüsü şeklinde biliyor ama bir zamanlar çok daha görkemli, hatta ürkütücü bir kadroya sahiplerdi. 90’ları çiğ ve melodik black metal albümleriyle geçiren Shagrath ve Silenoz ikilisi, 2000’lere bambaşka bir kimlik ve kadroyla girerek Dimmu Borgir’in Norveç black metalin sınırlarını aşıp dünyaca tanına bir fenomene dönüşmesini sağlayacaktı. Mahşerin dört atlısını hızlıca sayalım o halde: OLD MAN’S CHILD‘da senfonik black metal denemelerinde bulunan, bugün artık Dimmu Borgir’in ayrılmaz bir parçası haline gelmiş Galder, ARCTURUS ve BORKNAGAR‘dan tanıdığımız ICS Vortex, CRADLE OF FILTH‘ten transfer edilen, BRUJERIA ve LOCK-UP gibi birçok başka isimden de tanıdığımız Nicholas Barker ve piyasada çok kısa bir süre aktif olmasına rağmen (1999-2007) senfonik black metal türüne kendi imzasını bırakan klavyeci Mustis.
Bu efsanevi kadrodan çıkan ilk albüm Puritanical Euphroic Misanthropia, endüstriyel alt tonları, üst düzey senfonik düzenlemeleri, Nicholas Barker’ın insanlık dışı davul performansı ve grubun ortaya koyduğu yeni vizyonla ekstrem metal tarihinin konuşulmaya değer yapıtlarından biriydi. Bir anda çok daha hızlı, brutal ve epik bir gruba dönüştü Dimmu Borgir ve aradan geçen 21 senenin sonunda ne noktada durduklarını düşününce PEM’in önemi daha net anlaşılıyor. Ne tümüyle saf bir İskandinav black metal albümü ne de ana akıma sırtını dayamış bayağı, ucuz bir iş; ikisi arasındaki hassas dengenin yakalanabildiği ender albümlerden biri.
13 kişiden oluşan İsveçli yaylı orkestrasının organik tınılarıyla Mustis’in klavyesinden çıkan epik fikirler birleşip Fear and Wonder gibi enfes bir açılış parçasına dönüşüyor. Korku türünde ürkütücü bir müzikal hissi veren girişin hemen arkasındansa grubun tarihindeki en brutal parçalardan biri olan Blessings Upon the Throne of Tyranny ile gövde gösterisi başlıyor. Galder’in Dimmu’daki ilk beste katkısı, normalde pek de iyi anlaşamayan klasik müzik ile ekstrem metali bir kukla oynatıcısı gibi dans ettiriyor. Yakıp yıkan tremolo saldırılarıyla sahte sükunet serapları şeklindeki klasik geçişler, albümün alamet-i farikasını da gözler önüne sererken arkada Nicholas Barker adında bir azman, intikam alırcasına dövdüğü davulda hem hızı, hem tekniği hem de ritmi bir arada sunuyor. Gelmiş geçmiş en epik senfonik black metal break-down pasajlarından birini de barındıran bu şarkı, ilk kez duyduğum 2001 senesinden beri etkisini hiç yitirmedi. Wacken’a da bu parçayla girmiş abiler zamanında:
ICS Vortex ise sihrini ilk olarak Kings of the Carnival Creation‘da gösteriyor. Yerine geçtiği Nagash’lı döneme kıyasla bas gitarı pek duyulmuyor (bu aralar yeniden miksleniyor albüm ve ilk paylaştıkları parçalar hiç fena değil) ne yazık ki ama o duru, berrak sesi o kadar başarılı ve bas gitara gelene kadar o kadar çok enstrüman o kadar fantastik işler yapıyor ki bunun bir önemi kalmıyor. “Glance into the blackkness!” ile girdiği kısım, bugün bile tüyler ürperticiliğini koruyor. Son dönemde sesini de, tutkusunu da bira kaybetmiş gibi gördüğüm (en azından Arcturus konserinde öyleydi) Vortex’in şu yukarıdaki videonun Kings of the Carnival Creation bölümündeki helikopterlerine bakıp iç çekmeden edemiyor insan. Yaşlanıyoruz be.
Shagrath’ın alışılmışın dışında, biraz da ilginç bir vokali olmasına rağmen yazdığı özgün vokal melodileri, dijital efektlerle yedirdiği endüstriyel ton ve zaman zaman epey tizleşebilen çığlıklarıyla müziğin altında ezilmiyor asla. Esas yıldız Vortex olsa da ben Shagrath’ın da vokalini beğeniyorum. Death Cult Armageddon sonrası iyice laubali bir ton tutturdu -ki bu albümde de ufak tefek cheesy hareketli yok değil- ama bu dönem sadece Dimmu’nun değil, onuda zirvesi benim için. Önceki albümlerdeki daha çiğ, daha İskandinav atmosferin tadı bambaşka tabii ama objektif bakında PEM ve Death Cult Armageddon ikilisi, grubu bugünkü noktaya taşıyan üst seviye albümler olarak öne çıkıyor.
Şarkılarda vitesi defalarca değiştiren katman katman besteciliğin teknik hakimiyetle süslendiği, doldurma parçalarında bile mutlaka ilgi çeken fikirler barındıran bir albüm olsa da The Maelstorm Mephisto gibi, Perfection of Vanity gibi bugün grubun ciddi hayranlarına söylediğinizde bile “hangi şarkıydı ya o?” dedirtebilecek bir-iki doldurma parçası yok değil. Gerçi 3 çok net hit (Blessings Upon the Throne of Tyranny, Kings of the Carnival Creation, Puritania ve Hybrid Stigmata) ve yanlarına da istikrarı koruyan Architecture of a Genocidal Nature, Sympozium (kişisel favorilerimden biri) gibi parçalar eklenince aradaki bir-iki vasat iş de sırıtmıyor.
Dimmu Borgir, özellikle 2000 sonrasında çok zor bir yolda yürümeye çalışıp zaman zaman hayli tökezledi. Hem ekstrem metalcileri hem ortalama metal severleri aynı anda hoşnut etmek imkansız bir görev neredeyse; fakat Puritanical Euphoric Misanthropia, bunu başarmanın eşiğinde duran bir albüm ve eminim yıllar içerisinde birden fazla defa, “ulan keşke PEM ayarında bir albüm daha yapabilsek bir şekilde ya,” diye hayıflanmışlardır. Artık zaten dünya umurlarında değil pek ve müzikal açıdan tavanları, hayli alçalmış vaziyette. Sadece müzik de değil; yıllar içerisinde imaj ve tavır bakımından da yıprattılar kendilerini sevenleri ama bunların hiçbiri, bu zekice yazılmış ve harika bir biçimde kaydedilmiş senfonik black metal şaheserinden keyif almaya engel değil.