Panzerfaust – The Suns of Perdition Chapter III: The Astral Drain
Merhaba.
Müzik, öncesi ve sonrasıyla çok ilgilenmez. Anda yaşananlardan ibarettir. Bu nedenle de sanatın diğer pek çok dalında kendine rahatça yer bulabilen prequel veya sequel fikri, müzikte pek çalışmaz. Buna karşın bazı müzisyenler meydan okumanın cazibesine kapılıp müziği müziğin ötesinde büyük anlatılar kurma aracı olarak kullanmaya çalışırlar. Birçoğu bunu başaramaz.
Panzerfaust onlardan biri değil.
The Suns of Perdition tetralojisi ile hayatıma bir şeyin devamını bekleme enerjisini yeniden katan (boynun altında kalsın Star Wars) Kanadalı grup, Dionysia şenliklerinde sahnelense sırıtmayacak bir tragedya kurgusuyla insanlığın en karanlık anlarını, doğamızdaki sefaletin tarihimize yansıttığı kapkara lekeleri elle tutulur bir hale getirip suratlarımıza sıvıyor. War, Horrid War ile topyekün savaşın yıkıcılığını 35 dakikalık kaotik, hızlı bir gece baskınıyla aktarıyor; devamındaki Render Unto Eden‘da ise yine savaş üzerinden felsefi irdelemelerle insanın varoluşunu, Faust’u anımsatan ölümcül anlaşmaları, hakikat sapkınlığı ve sansürün özgür düşünceyi nasıl alaşağı ettiğini sorgulayan, yakıp yıkan ve arkasında hiçbir yapıyı ayakta bırakmayan bir Blitzkrieg taktiğiyle 44 dakikamızı viran ediyordu.
Zaman nasıl viran edilir demeyin; söz konusu Panzerfaust olunca bunun pek çok yöntemi var ve tetralojinin yeni bölümü The Astral Drain, tümüyle farklı bir içerik sunmasa da biçim tarafında diğer iki bölümden ayrılarak hem grubun ilerlemeci karakterini yansıtıyor hem de biraz kafa karıştırıyor.
Sadece 4 dakika ile olsa da şimdilik serinin en uzun eseri The Astral Drain. Bu detay önemli, çünkü aralarındaki 4 dakikaya karşın Render Unto Eden‘in neredeyse iki katı uzunluğunda gibi hissettiriyor. En önemli fark, temponun doom seviyelerine kadar düşürülmesi ve 5 ana parçayı birbirine bağlayan 4 ara faslı (interlude) tercihi. Şarkı geçişlerindeki dalgalanmalar ve tekrar üzerine kurulu hipnotik köprüler, dinleyeni kendisiyle baş başa bırakan boşluklara sebep oluyor. Albümün insanlığın müşterek aklının delilik noktasına inmesine odaklandığını düşünürsek bu boşluklar, düşüncelerin oradan oraya savrulması için kasıtlı şekilde bırakılmış gibi görünüyor. Boşluk kavramı da önemli The Astrail Drain için.
Bir albümü ya sever ya da sevmezsiniz ama Panzerfaust’un çok büyük bir kısmını gözardı edip anlatıyı yok sayarak brom blast-beat, kardom rif, diye konuşacak halim yok benim. Bu noktada da Astrail Drain‘i anlamanın, doğru şekilde değerlendirmenin tek yöntemi olarak Enantiodrioma ara faslı, bana bir ipucu gibi geliyor. Düşünceleri savuralım o halde oradan oraya:
Analitik psikolojinin kurucusu İsviçreli psikiyatr Carl Gustav Jung, Enantiodrioma kavramıyla bilinçli yaşamın tek boyutluluğunun sonucu olarak, eğilimlerden biri sona erdiğinde onun karşıtının doğacağını açıklar. İnsani duygular sırayla yaşanılır ve belirli bir özneye duyulan yoğun sevginin ardından yoğun nefret gelmesi durumu (günümüz dünyasında milliyetçi, muhafazakar görüşlerin yükselmesi de buna bağlanabilir), her şeyin karşıtıyla var olduğu fikriyle birlikte Ying-Yang’a kadar uzanan bir felsefi düşüncenin kapılarını aralar.
Enantiodrioma üzerinden düşünecek olursak korku, acı ve öfkeden sonra ne gelmeli? Bunlardan büyük ne var? Herkesin cevabı farklı olabilir ama Panzerfaust’unki Tabula Rasa. John Locke‘a göre insan doğumunda bilinç seviyesinde bomboş bir varlıktır. Bilinç, yaşamın içinde edinilen tecrübelerden oluşur ve bu yüzden Descartes‘ın söylediği gibi kesin doğruluklara ulaşmak mümkün değildir. Tabula Rasa, özgür düşünceyi ve aklı savunan herkes için elzem olan bu teoreme işaret eder.
Render Unto Eden‘da John Milton üzerinden savunduğu özgür düşünceye tekrar parmak basıyor Panzerfaust. Bu defa tersten ilerleyip yaşamın ağır sorumlulukları ve acıyla özgürlüğe ulaşmaya çabalıyor. Aklı tümüyle geride bırakmış, ışığa üşüşen sineklere veya lidere hizmet eden kovan kölelerine dönmüş insan (B:22 The Hive and the Hole), ölümde bulacağı vadedilen huzurun, Styx nehrini geçerken gözlerindeki sikkeleri bile çalacak kadar düşmüş sefil köpeklerin insafına (The Far Bank at the River Styx) kaldığını fark ettiğinde akıl sahibi olduğunu hatırlar, fikir üretmeye başlar mı?
Bu noktada ilk olarak Render Unto Eden yazısında bahsettiğim, tragedyanın babası Aiskhylos’a ait şu sözleri yeniden hatırlamakta fayda var:
“Öğrenen, acı çeker. Uykusunda bile unutamadığı acı, damla damla düşer yüreğine. Derken, en umutsuz anında, en beklemediği zamanda, hatta kendi iradesine rağmen; gelir, dolar içine bilgelik.”
Ne yalan söyleyeyim, ilk birkaç dinlemede büyük hayal kırıklığına uğramış, albümün ilk yarısındaki temposuzluğa ve MGŁA rüzgarını arkasına alıp yelkenlerini şişirmeye çalışıyor gibi görünen single The Far Bank at the River Styx‘in tembelliğine sinir olmuştum. Hoş, The Men of No Man’s Land gibi, Promethean Fire gibi inşası çok uzun süren ağır, kasvetli ve doom atmosferinde parçalar yaptıklarını bilenler için tempo düşüklüğü sorun olmamalı; sadece süre bakımından albümün çoğunluğunu oluşturacağını düşünmemiştim diyelim. Tabii dinledikçe detaylar kendini gösterdi ve zaten büyük bir eserin küçük bir parçası olarak yukarıda kabaca anlatmaya çalıştığım felsefi, anlatımsal boyutuyla çok daha kıymetli bir hal aldı.
Bununla birlikte düşüncelerde kaybolmayı bırakıp müziğe baktığımızda Alexander Kartashov’un harika davul performası ilk göze çarpan şey. Salt müziğe odaklanmak istenildiğinde çok yavan ve sıkıcı bulunabilecek parçalarda Kartashov’un hayalet notaları veya ritim geçişleri sayesinde zaman akışının göreliliği lehimize işliyor. Death-Drive Projections‘da GOJIRA insanı Mario Duplentier’i anımsatan (Global Warming mesela) sol eli, B:22 The Hive and the Hole‘da üç dakika kadar kendini tutup 3:15’ten şarkının sonuna kadar süren şovu, düşük tempolu anları tekrarlı ama asla sıkıcı olmayan, bol ride zili oyunlu davullarla dolduruşu kesinlikle dikkate değer. Aynı şekilde vokalist Goliath ile gitarist ve söz yazarı Brock Van Dijk arasındaki atışmalar da zamanla kendini göstermeye başlayacak eminim.
Ne var ki müzik bakımından övülecek yanı kısıtlı ve zorlasam ancak bir paragraf daha konuşabilirim gibi hissediyorum. Çarşaf çarşaf anlatımsal tarafıyla ilgili konuşup müziğe gelince ya işte yapmış çocuklar, seviyesine düşmek tatsız tabii. Üstelik bir albümü dinlemek, sevmek, anlamak için bu kadar kafa yormaya gerek olmalı mıdır, o da ayrı bir tartışma konusu.
Hem grubun hayranlarını hem de Panzerfaust’u yeni dinleyecek insanları ikiye bölebilecek, burun kıvırılabilecek bir albüm The Astrail Drain ama tetraloji içerisindeki konumu ve sözleri/anlatısıyla birlikte düşününce o kadar da fark bulmuyorum diğer albümler ile arasında. Monolit bir eser olarak derindeki etkisi tekrarlı dinlemelerde ortaya çıkıyor ve tabii ki Tiktok’ta 15 saniye müzik dinleyip Twitter’da 280 karakterden albüm kritiği okuyanlar için değil. Bu devirde zaman ayırmaya istekli, ne anlatıldığını dinlemeye gönüllü (veya anlatılanı anlayabilecek) insan sayısı giderek azalıyor, insanlık olarak müşterek aklımız geriledikçe geriliyorken Panzerfaust’a bu şansı kim tanıyacak bilmiyorum ama The Astrail Drain‘in kalitesinde tartışılacak çok da bir şey yok.
Albümü dinlemek için yazıyı bekliyordum. Epey emek verilmiş, ellere sağlık çok tatmin edici bir yazı olmuş.