Caligula’s Horse – Rise Radiant
Merhaba.
Geçtiğimiz günlerde Paradise Lost insanı Greg ile röportaj yaparken konu bir ara modern prodüksiyonlara geldi ve Greg de günümüz kayıt imkanlarıyla herkesin mükemmel duyulmaya, kayıt kusursuzluğuna çok takıldığından, bu nedenle de birbirinin aynısı bir ton grup çıktığından şikayetçiydi. Ben de hem genel anlamda hem de modern progresif metal için benzer şeyler hissediyorum. Özellikle de progresif tarafında birbirinin aynı tınlayan, djent etkili steril, mekanik kayıtlardan koşarak kaçasım geliyor çoğunlukla.
Bununla birlikte 2010’da kurulan ve kısa sürede ismini Avustralya’dan dünyaya duyurmayı başaran progresif metal topluluğu Caligula’s Horse, son iki-üç albümüyle progresif rock/metal camiasında saygı duyulan bir gruba dönüşürken, bunu pozitif bir mesaj ve zengin bir müzik ile yapmayı başardığı ve de bahsettiğim o steril, mekanik prodüksiyon barajını aşıp tutkusunu yansıtabildiği için, hep takip ve takdir ettiğim bir isimdi. Mayıs sonunda yayımlanan yeni albümleri Rise Radiant‘a sıra geldiği için mutluyum kısacası. Bu faslı uzatmaya gerek yok ama aslında grubun In Contact ile Boom‘da yaptığı şeyleri daha geniş bir ölçeğe taşıdığını söylemek gerek. Boom ve In Contact gibi iki özel albümden sonra geldi Rise Radiant. Özellikle In Contact, hem konsepti hem de müziğiyle Caligula’s Horse’un olgunluk dönemine girdiğini müjdeliyordu bir bakıma. Haliyle Rise Radiant‘tan beklentim de yüksekti.
Açılışı yapan The Tempest, Caligula’s Horse’un ne kadar büyüdüğünü kanıtlayan enfes bir giriş şarkısı. Senfonik düzenlemeler albümün görkemli bir şekilde açılmasını sağlarken grubun metal tarafını besleyen, Sam Vallen’a ait kesik rifler de sertliği veriyor. Vokalist Jim Grey ise “We are the tempest, the rapture and the rage as well!” sözleriyle grubun çok yönlülüğünü ilan ediyor adeta. Kaç kere dinledim bilmiyorum ama The Tempest gerçekten çok güçlü. Star Wars’un açılışı gibi bir anda uzay boşluğunu öyle bir dolduruyor ki vay babey neler oluyor öyle diye tüm dikkatinizi ona vermek zorunda kalıyorsunuz. Evet.
Fakat nedense sonra Caligula’s Horse LEPROUS‘çuluk oynamaya karar veriyor ve albümün zayıf parçalarından Slow Violence ile The Tempest‘ta yükselttiği yerden hızla aşağı çekiyor insanı. Gayet groovy girdikten, baslar cüngürderken (bas dediğin cüngürder!), PAIN OF SALVATION etkili vokallerle Jim yine şovuna başlamışken 1:30’da giren o Leprous bıdıt bıdıtçılığına gerek var mıydı? Sadece soruyorum. Neyse ki solo kısımda yine akıyor Sam de, oradan ve Jim’in harika vokal melodilerinden kurtarıyoruz biraz. Hemen peşindeki Salt ise yine görece yumuşak ve düşük tempolu olmasına rağmen Jim’in vokalleri ve düzenlemeler o kadar başarılı ki kısa sürede albümdeki favorilerimden biri oldu.
Caligula’s Horse’un akılda kalıcı, insanın modunu yükselten, rahat dinlenen ve tüm bunlara rağmen de teknik açıdan doyurucu olmayı başarabilen müziğine hiç lafım yok doğrusu. Grubun major gamları kullanma biçimini (özellikle mu) Sam’in üstün müzisyenliğini tartışmanın alemi yok kesinlikle. Fakat albümün ilk bölümünü kapatan ve terapistinizin kendinizi iyi hissedin diye size göndereceği bir parçaya benzeyen Resonate itibariyle, ilk üç şarkının (ben bayılmadıysam da Slow Violence‘a tutulan da çok olacaktır) yarattığı ivme kayboluyor biraz. Oceanrise ve Valkyrie, birbirinden güçlükle ayırabildiğim ve çok formülize görünen (Oceanrise‘da yine Leprous’a selamlar iletiliyor) parçalar olarak heyecanını azaltıyor albümün epey. Melodik, akustik gitarla beraber biraz melankolikleşen Autumn sonrasında ise albümün ağır topu, neredeyse on bir dakikayı geçen The Ascent giriyor ve Caligula’s Horse, döne döne yükselmeye başlıyor yeniden. Böyle küçük İngilizce-Türkçe şakalarımız da mevcut.
Yaratıcılık ve beklenmediklik adına Rise Radiant‘ı yükseltemese de The Ascent ile grubun belirli bir fikri birden çok ruh haline uyarlayıp yükselip alçalabilen, dinamik ve epik beste yazma konusundaki hünerlerini açıkça görmek mümkün. Yaratıcılık demişken, Rise Radiant‘ın In Contact‘a kıyasla en büyük eksikliği de bestelerin kendi içinde çok ayrıştırılabilir veya öne çıkan, adamlar ne yapmış öyle breh breh dedirten bir an olmaması. Özellikle The Tempest ile vaad edilen şeyleri bulamıyorsunuz diğer parçalarda. Fakat grubun müzikalitesi o kadar yüksek, albümün prodüksiyonu da o kadar güçlü ki Rise Radiant bir şekilde baştan sona dinletiyor yine de.
Progresif metale yeni yeni giriyorsanız nakaratlara odaklanmış (hatta biraz da abartmış) Rise Radiant, rahat bir albüm olarak ilginizi çekecektir. Ancak biraz tecrübeliyseniz ama ilk defa Caligula’s Horse dinleyecekseniz o zaman grubun zirvesi In Contact‘e göz atmanızı öneririm. Son olarak da Avustralyalı grubun diskografisine hakim, iyi bir progresif dinleyicisinin Rise Radiant‘ın detaylarına ve işçiliğine saygı duymakla beraber albümün bütününden o kadar da etkilenmeyeceğini düşündüğümü söyleyerek kapatayım.