Ekstrem Metal, Kötülük ve Disonans Üzerine
Merhaba. Konuk yazarlarımızdan Gürkan Uzunpınar, kafa açan ve düşünce tetikleyen fikirlerini kaleme aldığı enfes bir makale ile bir kez daha karşımızda. Konuyla ilgili düşüncelerinizi yorumlara bırakabilirsiniz, keyifli okumalar:
“Zamanla kazanılan zevk.” Özünde aslında pek rağbet görmeyen veya içerisine girebilmek için kendimizi bir süre maruz bıraktığımız zevklerimizi tanımlayabilmek için kullanılan güzel bir öbek. Kanımca toplum içerisindeki kültürel ve sanatsal farklılıkların ayrımındaki bir numaralı sebeplerden bir tanesi. Toplumun küçük bir kesimi sinema otörlerini daha çok seviyorken daha büyük bir kesimi neden blockbuster tarzı filmlerden daha çok zevk alıyor? Bir kişi death metale büyük bir tutkuyla bağlanabilirken başka bir kişi neden aynı tutkuyu pop veya arabesk için yaşıyor? James Joyce, Virginia Woolf veya William Faulkner gibi yazarları herkes okuyamazken neden Dan Brown herkes tarafından kolay okunabilir oluyor? Görünürde ticari sebepler ön plana çıksa da aslında tamamen bireyin kendini maruz bırakmak istediği kültürel seviyeyle alakalı. Kolay tüketilebilir ve kolay erişilebilir her şey doğal olarak çok daha ön plandadır fakat günümüz dünyasındaki globallik sayesinde artık insanların istediği her şeye kendini maruz bırakma şansı var.
Buradaki tartışmanın asıl amacı aslında bizler ekstrem metale gönül vermişken niye kalan herkes daha kalitesiz olmasına rağmen pop müzik dinliyor gibi bir serzeniş değil. Aksine metal müzikseverlerin bakış açısına daha derinlikli bir mercek tutma niteliğinde. Sorunun doğrusu şu, diğer herkes bu kolay erişilebilir ve kolay tüketilebilen müzik türlerinden zevk alıp kendi halinde takılıyorken biz neden kendimizi daha zahmetli ve daha meşakkatli bir türün kollarına bırakıyoruz?
Sigaraya yeni başlayan insan analojisi bu konuda biraz bize yardımcı olabilir. Normalde sigaraya ilk defa başlayan bir insan 3-4 hafta gibi bir süre boyunca bağımlı hale gelmez. O 3-4 hafta boyunca sadece kendi isteği doğrultusunda öksüre öğüre kendisini sigaraya maruz bırakır ve sonrasında biyolojik ve psikolojik bağımlılık süreci başlar. İlk defa ekstrem metalin çeşitli kollarıyla tanıştığım günleri hatırlıyorum da o dönemler bir kere bile bir parçayı baştan sona dinlememiştim. Açıkça söylemek gerekirse tiksiniyordum. Herhangi bir altyapısı olmadan ilk defa ekstrem metalin herhangi bir dalından bir parça dinleyip de seven birini bulmak imkansızdır. O günlerdeki düşüncem netti: “Bu müzik kötü.” Hem ahlaki hem de estetik boyutta. Çünkü tıpkı sigara özünde doğamıza aykırı olduğu gibi, o notaları duymak da normalde insanın doğasında yoktur.
Fakat insanın doğası dediğimiz bu olgu olabildiğince karmaşık bir yapı olduğu için kendi zihnimizi kendi güdülerimize karşı çıkan şeylere karşı eğitebilir ve ona maruz bıraktıkça kendimizin doğal bir parçasıymış gibi hissedebiliriz. Determinist bir yaklaşımla baktığımızda her ne kadar insan evrimsel süreci doğrultusunda kendisini yaşamaya, daha iyiye ve daha konfora ulaştırma gayesinde gibi gözükse de insan bilinci ve toplumsal yapılar devreye girdiğinde hangi yolun bizi bu gayeye ulaştıracağına dair karşımıza binlerce ahlaki ve felsefi soru çıkıyor. İnsanın tarihsel gelişim süreciyle bu yollara nasıl ulaşacağında seçtiği yollar bir noktada insanları iyi ve kötü olarak iki temel kavramda saflaşmaya götürüyor.
Ekstrem metalin birçok dalında bizi müziğin içeriğindeki “kötülük”ün çektiğini söylememde bir kusur yoktur sanırım. Aynı zamanda hepimiz hayatımızın bir noktasında neden kötüyü ve netameli hisleri yücelten bir müziği dinlediğimize dair ahlaki bir ikilem içerisinde de hissetmiş olabiliriz. Bu noktada kötülüğün sanattaki dışavurumundan ve estetik tartışmalardan çok kendi iç çatışmalarımızdan yola çıkalım ve şu alıntıyı şuraya bir kazıyalım:
“Kötülük, tam bir kayıtsızlık halidir.” [1]
Ünlü İngiliz edebiyat teorisyeni ve entelektüel Terry Eagleton kötülüğün aksiyon ve davranışlardan çok ne yapmadığımızla yansıdığı ve yayıldığı konusunda bir fikir ortaya koyar. Aslında kötülük kavramına dair yanlış bir açıda durduğumuzu söyler. Eğer bir insanı öldürdüyseniz o insanı öldürme eyleminizden önce içerisinde bulunduğunuz kayıtsızlık haline müdahale edememiş olmanın yani süperegonuza kayıtsız kalmanın kötülüğün özü olduğunu ve sonrasında bu eyleme kayıtsız kalanların da kötülüğü yaygınlaştıran yegane etken olduğunu belirtir. Daha farklı örnekler için Gramsci’nin “Kayıtsızlardan Nefret Ediyorum” makalesinin etkileyici giriş kısmına bakalım:
“Kimse, toplumun dışında yalnızca insan olarak var olamaz. Gerçekten yaşamak yurttaş olmaktır, iştirak etmektir. Kayıtsızlık irade kaybıdır, asalaklıktır, korkaklıktır. Kayıtsızlık yaşamak değildir. Bu yüzden kayıtsızlardan nefret ediyorum. Kayıtsızlık tarihin ağır yüküdür. Yenilikçinin boynuna geçirilmiş değirmentaşıdır, en parlak gayretlerin boğulduğu atalet durumudur, eski şehri kuşatan ve şehri en güçlü duvarlardan, en cesur askerlerden bile daha iyi savunan bataklıktır. Çünkü saldırganları karanlık girdaplarında yutar, telef eder, umutsuzluğa düşürür, bazen de kahramanca eylemlerden alıkoyar.” [2]
Kötülüğün özüne doğru inmeye başladığımızda aslında bu kavramın daha derinlikli bir “bireysel” çatışma olduğunu görebiliriz; keza müzik için safi “kötü”dür diyemeyiz, ona bir kişilik atfedemeyiz. Dolayısıyla müzik aracılığıyla aktarılan “kötülük”ün bireyin estetik ve mantık süzgeciyle kaynaştığı bir süreç karşımıza çıkıyor. Kötülük en temelinde özellikle bireyler arasında ontolojik bir acı içinde olanların, aynı acıyı kendilerinden kaçmak için başkalarına yönlendirdiklerinde ortaya çıkar. [3] Yani bir bireyin kederleri ve acısı kendisinin estetik ve mantık süzgecinden geçemiyorsa kötülük peydah oluyor diyebiliriz. Bu noktada bahsedilen estetik ve mantık süzgeçlerinin bireyin kendisine ait olması gibi bir şart yok tabi ki. Müzik de burada devreye giriyor. Eğer birey kaldıramadığı tecrübeleri bir nevi arınma niteliğinde başka bir insan üzerinden değil de sanat üzerinden yansıtırsa içerisinde bulunduğu kayıtsızlık durumundan çıkabiliyor ve kendisini kötü davranışlara yönlendirebilecek veya kendisini kötü bir insanmış gibi hissettirebilecek düşüncelerini bu arınma yöntemiyle nötrleyebiliyor.
Bununla bağlantılı olarak biçimsel ve estetik tartışmaya geri dönersek ise karşımıza Aristoteles’in “katarsis” teorisi ortaya çıkıyor. “Tragedyanın görevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhun tutkulardan arınmasını sağlamaktır.” der Aristoteles. Her ne kadar zamanında bu kavram Yunan tragedyaları için kullanılmış olsa da sonrasında psikanalizde kişide iç çatışmalara ve rahatsızlığa neden olacak duyguların ve düşüncelerin farklı bir boşaltım alanına aktarılmasıyla kişinin arınmasını öngören bir yöntem olarak da kullanılmıştır.
I have only one last wish before my time comes to an end.
Something I have craved for far too long:
To ease my hunger.
I want to commit murder!
Bu parçayı dinleyince ne hissediyorsunuz? Süperegonuza kayıtsız kalıp acilen birini öldürmek mi yoksa müziğin zihninize yansıttığı agresyon, çiğlik ve nefret aracılığıyla kendi mantık ve estetik süzgecinizle ortaya çıkan bir arınma hissi mi? İşin ilginç yanı dinlediğiniz müzik ne kadar ekstrem ve radikal olursa kendinize o kadar geniş bir konfor alanı yaratmış oluyorsunuz. Bu konfor alanına kanalize edilen acı, keder, öfke ve agresyon insanların toplum içerisinde bir saatli bomba gibi gezmesine engel teşkil eden bir numaralı yöntemlerden de bir tanesi oluyor. Özellikle biçimsel açıdan da kötülüğü farklı bir yöne kanalize etmenizi sağlayabilecek notaların daha büyük etkisi olduğu ise teorik olarak da bilinen bir gerçek.
13.yy’da Gregoryan ilahilerinde kullanılmaya başlayan ve özellikle cenazelerde kıyamet sonrasında hesap gününde kimin cehenneme kimin cennete gideceğinin Tanrı tarafından kararının verildiği anı sembolize etmek için kullanılan dört notalık bir melodi müzikte gelmiş geçmiş en çok kullanılan kötücül ve ölümü hatırlatan notalar olarak tarihe kazınmıştır. Dies Irae ismiyle de bildiğimiz bu notalar evvel zamanlardan beri müzikteki minör ve majör akor çatışmasıyla ortaya çıkan rahatsız ediciliğin en büyük kaynaklarından bir tanesi olmuştur.
Hesap günü yani insanoğlunun en büyük gerilimini ve korkusunu yaşayacağı anı yansıtır bu dört nota. Müzik tarihi boyunca disonans her ne kadar bolca kullanılmış olsa da teorik anlamda yeterliliğine 19. yüzyıla kadar erişememişti. Yukarıdaki videoda profesör müzikolog Alex Ludwig’in de belirttiği üzere kulaklarımız minör ve majör notaların art arda sıralanmasına alışkın değildir, hatta en yukarıda bahsettiğimiz “insan doğası” meselesinde olduğu gibi, doğamıza aykırı gelir. Bunun basit bir örneğini J.R.R Tolkien’in en büyük eseri Orta-Dünya’nın yaratılış destanında görebiliriz. Ainulindale yani “Ainur’un Müziği” anlamına gelen bu yaratılış hikayesinde büyük ve tek olan Eru’nun kontrolü ve isteği doğrultusunda icra edilen bir müzik aracılığıyla yaratım süreci başlar fakat Ainur arasından Melkor bu müziğin içerisine bağımsız notalar sokarak bir disonans yaratır ve böylelikle bir isyan ve kargaşa başlatır. Sonuç olarak Orta-Dünya’daki kötülüğün kaynağı Melkor’un yarattığı disonansın bir etkisi olarak görülür ve kendisi Hristiyan mitolojisindeki düşmüş melek Lucifer ile büyük bir benzerlik gösterir.
İnsanlığın harmoni ve uyuma olan doğal isteği antropologlar ve müzikologların ortak çalışmaları doğrultusunda avcı-toplayıcı eski toplumlar ve ondan da öncesinde hayatta kalabilmek için uyum içerisinde hareket etmek zorunda kalan arkaik insan çeşitlerinin çabalarından kaynaklanan kalıtsal bir davranış biçimi olarak nitelendiriliyor. Bunun haricinde bilimsel çalışmalar ise harmoninin beyindeki nöron paternlerini düzenli olarak çalıştırabildiğini, karmaşık sinyallerin ise nöronlar arasında çok daha az bilgi taşıdığını ve bu sebepten ötürü beynin harmoni ve düzen içeren notalarla arasının daha iyi olduğunu söylemekte. [4] Bu doğal isteğin yanında disonans da yukarıda sıraladığımız sebeplerden ötürü ve özellikle modern çağlara giriş yaptıkça insanlık için farklı bir ihtiyaç alanı olarak doğuyor. Hatırlarsanız klasik müzikte bile disonansın müzik teorisine girişinin ve tanımının yapılmasının 19. yüzyıla kadar sarktığından bahsetmiştik. Yani toplumsal travmaların hızlı gelişen endüstriyle beraber hayatımızda yer edinmesi, savaşlar ve post-modern dönemlerin bireyleri yalnız bırakmaya itmesiyle beraber ortaya çıktığını görebiliriz.
Schönberg, Penderecki ve Wyschnegradsky gibi bestecilerin toplumsal ve bireysel travmaları yansıtabilmek amacıyla ağırlıklı olarak bestelerinde kullandıkları disonant kalıplar bireylere iç dünyaları ile yüzleşebilmeleri ve var olan travmalarını kanalize edebilmeleri doğrultusunda bir estetik anlayış sunar. Bu noktada Black Metal ve Death Metal türlerinde kullanılan kötücüllüğün ve disonansın ahlaki tartışma boyutundan öte, bireysel bir psikoterapi niteliğinde işlev gördüğünü söyleyebiliriz. Hatırlarsanız yakın bir zamanda bir grup araştırmacının “Metal müzik dinleyenler daha mutlu” (https://www.birgun.net/haber/metal-muzik-dinleyenler-daha-mutlu-84530) şeklinde bir makalesi haber sitelerinde geziniyordu. Avustralya’da MacQuarie Üniversitesi’nin yaptığı araştırmaya göre deneyler için alınan 80 kişiden 32 tanesi öncesinde zaten death metal hayranı ve 48 tanesi ise bu müziği ilk defa dinleyecek olmak üzere farklı death metal parçalarına uzun süre maruz bırakıldı. Araştırmada dinletilen parçalardan bir tanesinin Bloodbath – Eaten olduğu da belirtiliyor. Daha önce death metale maruz kalmamış dinleyiciler öfke, korku ve gerilim hissettiğini ve rahatsız olduklarını belirtirken doğal olarak death metal hayranları ise huzur, neşe, güç ve enerji gibi hislerin baskın olduğunu belirtmiş. [5]
Ekstrem metal hayranlarını kötülüğe ve disonansa böylesine çeken ve aslında ilk defa sigara içen birisi gibi, ilk defa death metal veya black metal dinleyen birisinin kendisini huzursuz bulmasına ve hatta beğenmemesine rağmen kendisini bu müziğe tekrar tekrar onu edinilmiş bir zevk haline getirene kadar maruz bırakmasının en büyük sebebi kötülüğü ve disonansı toplum içerisinde bire bir tecrübe etmektense sanatsal doğrultuda süzgecinden geçirebilmek ve yaşadığı olumsuz duygulanımlarını oraya kanalize ederek kendisine geniş bir konfor alanı yaratmaktır. Tıpkı King Crimson’ın Discipline albümünde icra ettiği “Indiscipline” parçası gibi, parçanın sözleri başladıktan bir süre sonra giren ve bütün enstrümanların birbirleriyle tamamen uyumsuz bir şekilde ilerlediği kısımla beraber okuduğunuz her şeyi göz önünde bulundurarak şarkının sözlerini takip edin.
I repeat myself when under stress.
I repeat myself when under stress.
I repeat myself when under stress.
I repeat myself when under stress.
I repeat…
The more I look at it,
The more I like it.
I do think it’s good.
Referans Listesi
[1][3] Kötülük Üzerine Bir deneme, Terry Eagleton, s.86, s.94
[2] Kayıtsızlardan Nefret Ediyorum, Antonio Gramsci: https://vesaire.org/gramsci-kayitsizlardan-nefret-ediyorum/
[4] Why Harmony Pleases The Brain?, Lisa Grossman: https://www.newscientist.com/article/dn20930-why-harmony-pleases-the-brain/
[5] Implicit violent imagery processing among fans and non-fans of music with violent themes: https://royalsocietypublishing.org/doi/10.1098/rsos.181580
Metalperver’de olanlardan memnunsanız siteye destek olmak için aşağıdaki düğmeye tıklayıp Patreon sayfamıza bir göz atın.
Çok güzel bir yazı olmuş, elinize sağlık. Sorulan sorular ve verilen cevaplar çok iyi. Ama bu müzikten neden zevk aldığımız hakkında biraz farklı düşünüyorum. Lacan’ın jouissance kavramıyla alakalı bence biraz. Buraya bu düşüncemi açmak için bir yorum daha yazacağım ama çok uzun olacağı için şimdilik bu ufak yorum dursun burada. Zaten kavrama aşina olanlar ve bunu gördükten sonra kavrama kendini aşina edenler ne yazacağımı tahmin etmiştir aşağı yukarı. Tabii benimki de öznel bir yorum sadece.
İnsan haz ilkesine göre çalışır. Hazzı arar acıdan kaçarız. Freud o zaman şu soruyu soruyor: Neden post-travmatik stres bozukluğu (PTSB) olanlar hep aynı kabusu görüyor. Neden obsesif-kompulsif bozukluğu (OKB) olanlar kendilerini rahatsız ettiği halde kırk defa kapıyı kontrol ediyor veya günde 20 defa yıkanıyorlar. Freud bunu Haz İlkesinin Ötesinde kitabını inceleyip haz arama dürtüsü ve kendini koruma dürtüsünün yanına bir de ölüm dürtüsünü ekliyor. İlk iki dürtüyü Eros başlığında topluyor. Sonrakiler de madem buna Eros dedik ölüm dürtüsüne de Thanatos diyelim şeklinde isimlendiriyorlar. Freud’a göre yani insanın içinde bir de onu yok etmek, bütünü bozmak, parçalarına ayırmak isteyen bir dürtü var.
Lacan çok ciddi kafa karışıklığı yaratan bir isim. Psikanaliz ve felsefe dünyasına çok büyük katkıları olduğunu düşünmekle beraber kimi zaman Nietzsche’nin tabiriyle “derin görünsün diye suyu bulandırdığını” düşünüyorum. Özellikle hayatının son dönemindeki topolojiye dayandırdığı düşünceleri kendisine Chomsky tarafından “şarlatan” denmesine sebep olmuş. Fakat bunların hiçbiri Lacan’ın çok önemli bir düşünür olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Psikanalitik kurama en büyük katkılarından biri olan jouissance bir bakalım kısaca. Burada topolojik fikirlere falan hiç girmeyeceğim, anladığım şekliyle suyu bulandırmadan anlatacağım onu baştan belirteyim. Lacan’ın aşırı derin felsefesini anlamak için 3658465 tane kitabını okumak, hayatını adamak, amuda kalkıp İstiklal Marşı’nın 10 kıtasını tersten okumak gerekir diyen varsa devam etmese de olur. Elitizmin hiçbir çeşidini sevmiyorum ama Lacan elitizmi “Gerçek İslam bu değil!” fantezisine yaklaşan kült üyesi olmak gibi bir şey. Oh be, burada da sövdüm Lacan’a rahatladım hahaha.
Jouissance Fransızca bir kelime ve haz/keyif gibi çevirileri olsa da hiçbiri tam olarak karşılamıyor anlamını. Direk kelime anlamı boşalmak. Maalesef boşalmak da karşılamıyor. O yüzden jouissance kelimesini kullanacağım. Terim anlamına bakalım doğrudan. Freud’un kafasını kurcalayan yukarıdaki problemleri çözmek için Lacan jouissance terimini ortaya atıyor. Bu terime yüklediği anlam asla ulaşılamayacak hazza benziyor. PTSB’li hastaların aynı kabusu tekrar tekrar görüp asla bitirememeleri, OKB’lilerin her gün 20 defa yıkansa da asla tatmin olmamaları gibi. Bu davranışların arkasında yasak bir arzunun tatmini yatar aslında. OKB’li hastanın bilinçdışında yatan kirli olduğudur, çünkü iğrenç bir şey yapmıştır. Suçludur. Hastanın şikayetine baktığımızda kendi ritüelini yapmadığında, mesela günde 20 defa yıkanmadığında, kendini suçlu hisseder. Bu açıdan dini ritüellere benzer ritüeli, 5 vakit namaz kılmadığında, tam olarak belli sayıda salavat çekmediğinde, işlediği günah için x defa Bakire Meryem, y defa bilmemne duasını okumadığında inançlı kişinin vicdan azabı ve suçluluk duyması gibi. Buradan dinin psikolojik kökenlerine de inilebilir fakat zaten yavaştan uzaklaşmakta olduğum konudan iyice kopmayayım. OKB’li kişi bir yasağı deldiği ve kendi kafasının içinde sürekli deldiği için sürekli olarak kendini kirli hisseder. Sürekli ritüeli yerine getirip temizlenmek zorundadır. Öte yandan o görünüşte rahatsız edici ritüel aslında yasak bir hazzın artçısıdır. Haz çok büyük olmalı ki rahatsız edici temizlenmeye değsin. Bu yasak bir haz. Ensest yasağı gibi, cinayet yasağı gibi yaşadığınızda çok büyük haz aldığınız fakat sonuçları itibariyle acı verici de olan bir haz. Fakat hazza bir türlü tam olarak ulaşılamıyor ki kişi doyuma ulaşamıyor. Sürekli hazzın nesnesinin etrafında dolaşıyor, bir türlü hedefini bulamıyor. Örnekleri arttırabilirim ama uzatmayayım.
Metal müziğe dönersek, bir çok açıdan sınırı aşan (transgressive kelimesi çok iyi karşılıyor kastettiğimi) bir sanat metal. Hem düşünsel anlamda satanizm, şiddet gibi çok fazla yasaktan zevk alırcasına bahsediyor, hem de müzikal olarak sevimsiz, hatta çirkin bir yol izliyor. Burası da dahil bir çok metal müzik incelemesinde leş, şerefsiz, aile terbiyesi görmemiş gibi olumsuz sıfatların ve küfürlerin olumlu anlamda kullanıldığını görüyoruz sonuçta ve başka hiçbir müzik türünden şarkıların bira içilen ortamda “abi orospu çocuğu gibi şarkı ya, anamı bacımı sikti kaç gündür” şeklinde övülmediğine eminim. Bu yasak olanı delmenin verdiği hazzı yaşıyoruz her dinlediğimizde. Birçoğumuzun ilk dinlediğinde yaşadığı korkuyla karışık çekimin kaynağı da burası. Metalle ciddi anlamda ilk tanıştığımda liseye başlamak üzere olan müslüman bir ergendim. Bir yandan Slayer’ın şarkı sözleri bende vicdan azabı yaşatıyordu, öte yandan bu inanılmaz zevkten kendimi uzak tutamıyordum. Gürkan’ın yazıda bahsettiği gibi, uyumsuz, keyif vermemesi gereken notalardan oluşan bir müziği ayıla bayıla dinliyoruz. Haz ilkesinin ötesine geçiyoruz burada, jouissanceyi yaşıyoruz. O yüzden hiçbir müzik metal seven biri için metalin yerini doldurmuyor, o yüzden caz dinlerken bir anda kulaklarım o pisliği özlüyor ve dinlediğim şeyi kapatıp Defeated Sanity açıyorum. Yasağın sınırlarını çeken o çizgiyi psikolojik olarak sağlıklı bir düzlemde geçebiliyoruz. Transgressive sıfatına sahip her sanat dalı için de geçerli söylediklerim. Yaşadığımız katarsis de buradan geliyor şahsi kanaatimce. Fazla uzatıp konudan konuya saptım biraz ama derdimi anlatabilmişimdir umarım.
Çok iyi yazı olmuş bir süre önce bu konuyla ilgili olarak bolca tartışmıştım artık daha fazla kaynağım var \m/
Maruz kalarak sevmek, çirkin olsalar dahi her şey sevilebilir manasına da kapı aralıyor ki metalin bu noktada durmadığını düşünüyorum. Metal çirkin olmasına rağmen sevilmez veya çirkin olan her şey yeterince maruz bırakılındığında biricik olmaz. Metale meyillenmenin kişinin psikolojik durumu ve genel fıtratı ile de alakalıdır şahsımca.
Distörşınlı bir parça girizgahını ilk duyduğumda hoşuma gittiğini ama ahlaki sebeplerle bunu ciddi şekilde reddetmeye, baskılamaya çalıştığımı net olarak anımsıyorum. Dolayısıyla benim kanaatime göre ekstrem müzik, kişideki destrudo veya yıkım duygularını tetiklediği için hakimiyet kurmuş üst kimlik, bu düşmancıl kışkırtmadan rahatsız olur. Başkalarında da metal müziğe verilen ilk tepkinin bundan doğduğunu, metalin getirebileceği ilkel güdülere döndürülmüş bir yaşam imajının tehlikeli addedilerek bastırıldığını iddia ediyorum.
Biz metalseverlerinneden metal sevdiği nokta çeşitli olmakla beraber benim açımdan, destrudonun kontrol altına alındığı bildiğimiz medeni düzenle işleyen dünyada çok becerikli sayılamadığım için buna karşı düşmanca duyguların serbest bırakılmasının şahsım tarafından daha kolay kabul görmüş olabileceğidir. Erişemediğin ete mundar demekten veya daha spesifik bir tanımla, altından kalkmaya gönülsüz olduğumuz kısıtlamalara hayal dünyası ile sınırlı olsa da savaş açmaktan daha kolayı yok.
Metalin bu yıkım duygularının bir kanalize edilme yöntemi olabileceği düşüncene ise tamamıyla katılıyorum. Metalin “alışmış olanlara” cazip gelmesinin bir nedeni de elbette bu yıkım ilüzyonuna kendilerini kaptırdıktan sonra geri dönebilme şanslarının hep olduğunu bilmelerindendir. Metalde anlatılan metalde kalır, biz de gündelik hayatta kravat takmaya bir süre daha tahammül edebilir hale geliriz.