Sleep – The Sciences
Merhaba.
Stoner, drone gibi türler en sevdiğim metal varyasyonları arasında yer almıyor. Buna karşın metale dair her halt hakkında iyisini kötüsünden ayırabilecek kadar bir şeyler bilmek gibi bir motivasyona sahip olduğum için yıllar içerisinde sayısız albüm dinledim bu türde. Fakat genellikle yıllara meydan okumuş, türün hayranları tarafından öne çıkarılmış albümlere öncelik veriyorum ve haliyle de dinlediklerimi beğeniyor, çok sevmesem bile neden bu kadar sevildiklerini anlayabiliyorum. Bugün konuşacağımız Californialı Sleep ise 90’lara damgasını vurduktan sonra dağılan, 2009’da yeniden birleştiğini duyuran ve bir noktada yeni albüm yapması da öngörülen bir isim. Bir saniye, albüme geçmeden şunu belirtmek istiyorum: 90’ların sonundan beri yeni müzik sunmayan, hayranların kulaklarını dört açıp beklediği grup, neredeyse yirmi yıl aradan sonra çıkaracağı yeni albümünü, albümün çıkışından bir gün önce duyurdu; şu özgüvene, şu yiğitliğe bakar mısınız? Vay be.
Eh, yirmi senelik bir aranın ardından gelen albüm elbette ortalığı ayağa kaldıracaktı ve Sleep’in bu ansızınlığı ortalığı iyice karıştırdı. Marijuana Günü olarak kabul edilen 20 Nisan’da çıkan albüm sonrasında Nisan-Mayıs ayları boyunca düzenli olarak ziyaret ettiğim her sitede üzerime kürekle Sleep atıldı, Star Wars’un kayan yazıları gibi sonsuza uzanan The Sciences övgü cümleleri arasında kayboldum. Tamamen kimya meselesi olarak gördüğüm bir türde, neredeyse yirmi senenin ardından herhangi bir grubun geçmişteki başarılarını tekrarlayabilmesi bana pek olanaklı gelmiyordu açıkçası ve hali hazırda türün sevdalısı da olmadığım için daha geniş bir zamanda vakit ayırmak üzere rafa kaldırdım The Sciences‘ı. İyi ki bu heyecan kasırgası yüzünden oluşan önyargılarımın kırılmasını ve suların durulmasını beklemişim.
The Sciences, çökmeden yaşlanmayı başarmış adamların müziğiymiş gibi hissettiriyor bana. Artık kırk küsür yaşlara gelmiş, beyaz eşya taksitlerine girip çıkmış adamlardan beş yapraklı keyif verici bitki müziğini yirmi sene öncenin coşkusu ve umursamazlığıyla icra etmelerini beklemek yanlış olurdu zaten ama Sleep hem kendi özünden hiçbir şey kaybetmemiş hem de bir şekilde olgunlaşıp daha ağır, oturaklı bir hale gelmiş. HIGH ON FIRE ile yılın iyi işlerinden birine imza atan ve ciddi meselelerle ilgili içini döken Matt Pike, içsel yolculuğunu, ruhani arayışını OM üzerinden notalara döken Al Cisneros ve NEUROSIS insanı Jason Roeder, sanki yıllar sonra yeniden biraraya gelmiş eski arkadaşlar gibi kafa çekip, geyik yapıp dağıtmışlar The Sciences ile.
Aranızda kaç tane Frank Herbert evreni DUNE‘un hayranı dede var bilmiyorum ama hem ismiyle hem de müziğiyle muhteşem, BLACK SABBATH göndermeli Giza Butler‘da yer alan sözlerle işi artık biraz da kendi kendiyle dalga geçmeye kadar götüren bir Sleep var bu albümde. Kafası dumanlı astronotların (marijuanaut diyoruz kendilerine) hikayesi özellikle Matt Pike’ın kavga edercesine çaldığı ve bazen atmosferden ayrılıp kafasına göre boşlukta salındığı gitarı (Antarctians Thawed‘ın solosunu bir daha aynı şekilde çalabilir mi bilemiyorum mesela), Al Cisneros’un mantra tekrarı gibi sabit şekilde dönüp duran vokalleriyle zihnime kazındı adeta.
İlk dinleyişte ısınması kolay olmasa da odaklandıkça büyüyor The Sciences. Biraz ağır başlıyor ve bu yüzden insanın da gözünü korkutuyor ama sonradan ritmini buluyor. Belki kıpkırmızı olmuş gözleri, dalıp giden bakışlarıyla neler olup bittiğine dair pek fikirleri yokmuş gibi görünüyor olabilirler, fakat Sleep neyi nasıl yapması gerektiğini çok iyi çözmüş, teoriyi yalayıp yutmanın rahatlığıyla kafasına estiği gibi takılabilen bir grup. Fazla spesifik bir iş olarak gördüğüm için sene sonu listemde yok belki ama The Sciences enfes bir albüm, orası kesin.