BRUTAL ASSAULT 2018: MARDUK!
Merhaba.
En son Tormentor izleyip çadıra döndüğüm Brutal Assault 2018’in ikinci gününe aklımda tek bir düşünceyle uyandım; MARDUK! Yıllar sonra nihayet yeniden Marduk izleyecektim; Mortuus ağzıma yüzüme bağıracaktı, Fredrik Widigs kulaklarımıza Maschinengewehr 42 ile ateş açacaktı, Morgan birbirinden muhteşem rifler ile sığınakları bombalayacaktı… Fakat tüm bunların gerçekleşmesine daha çok vardı ve sıra İsveçli black metal efsanesine gelene kadar yaşanacak pek çok başka macera bizi bekliyordu.
Güneşten kaçınmak ve depoyu doldurmak için U Satana’da biraz takıldıktan sonra, saat 14:45 sularında festival alanının yolunu tuttuk. Gün içerisinde ilk izlemek istediğimiz grup yılların eskitemediği, kült mertebesindeki EXHORDER‘dı. Slaughter in the Vatican ile gönlümüzü kazanmış Amerikalı groove ustaları, Çekya da da oldukça hoş karşılandı ve kırk beş dakikalık süresi içerisinde sahnenin tozunu atıp sıcak havaya rağmen harika bir şov sundu. The Law ve Slaughter in the Vatican gibi parçalarda görebildiğim kadarıyla kimse sabit durmuyordu. Bu arada bir önceki gün Cannibal Corpse’un yaptığı gibi Exhorder da bir parçasını geçtiğimiz ay kaybettiğimiz MALEVOLENT CREATION vokalisti Bret Hoffman‘a adadı. Huzur içinde uyu Bret Hoffman, ben de aşağıdaki görseli sana adıyorum:
Exhorder sonrasında sıcaktan korunmak için kale duvarları içerisine gizlenmiş barlardan birinden biramızı kapıp uzun, taş duvarlı koridorlara yerleştirilmiş banklardan birine kendimizi bırakıp MUNICIPAL WASTE‘i beklemeye koyulduk. Konser aralarında -ki aslında sürekli bir konser olduğu için buradaki ara kavramı tamamen göreceli- takılacak pek çok alan olması, üstelik bunların bir kısmının buz gibi taş duvarların içinde olması gerçekten harika bir şey. 2. Dünya Savaşı’ndan kalma bir kalenin içinde olmanın ne kadar metal bir hadise olduğu konusuna ise hiç girmiyorum zaten. Bir ara otuz beş derecelerin üzerindeydi o gün hava ve insanları serinleten itfaiye araçlarını takip etmekten ya da aşağıda gördüğünüz gibi taş binaların içine gizlenmekten başka çaremiz yoktu resmen.
Saatler 16:30’u gösterdiğinde dışarıdan yükselmeye başlayan “MUNICIPAL WASTE IS GONNA FUCK YOU UP!” tezahüratları, az sonra yaşanacakların habercisi gibiydi. Hemen sahnenin yan tarafında, önlerde bir yere konuşlanıp grubu beklemeye koyuldum. Bir iki dakika içerisinde grup sahnedeydi ve tek bir nefeste çaldıkları Breathe Grease, Mind Eraser ve You’re Cut Off ile beraber bir anda ortalık toz duman oluverdi. Ryan Waste enfes bir frontman ve bu andan sonra hemen hemen her parça öncesinde seyirciyle kurduğu iletişim harikaydı. I Want to Kill the President öncesi yine on binler Trump’a sövdü, Terror Shark öncesi Ryan insanlığın yegane korkusunun bira stoğunun tükenmesi ve köpekbalıkları olduğuyla ilgili teorisini paylaştı ve hangi parça öncesiydi hatırlamıyorum, seyirciden wave of death istedi ve seyirci de bu isteği karşılıksız bırakmadı. Bir noktada seyircilerin üzerinde yaklaşık yirmi kişi saydığımı hatırlıyorum. Manyaklar sizi.
Nihayet The Art of Partying ve Born to Party ile konseri sonlandırırken MUNICIPAL WASTE’e olan saygım ve sevgim bir kat daha artmıştı. Ayrıca o gün grubun tişörtüyle, atletiyle, şapkasıyla gezen kaç kişi gördüğümü hatırlamıyorum bile. Gerçekten çok seviliyorlar ve bu sevgiyi da sonuna kadar hak ediyorlar. On sekiz parçalık, muhteşem bir şov sundu MUNICIPAL WASTE ve gerçekten iddia ettikleri gibi ağzımıza sıçtılar:
Mind Eraser
You’re Cut Off
Unleash the Bastards
Sadistic Magician
Bourbon Discipline
Beer Pressure
Thrashing’s My Business… And Business Is Good
I Want to Kill the President
Black Ice
Poison the Preacher
Amateur Sketch
Slime & Punishment
The Thrashin’ of the Christ
Terror Shark
Pre-Game
The Art of Partying
Born to Party
Sırada BLOOD INCANTATION, MORTIIS ve CARNIFEX gibi isimler vardı, fakat bir kenara oturup akşamki programı gözden geçirdiğimizde bu gruplara es geçmenin kendi açımızdan daha faydalı olacağına karar verdik ve yaklaşık bir buçuk saat kadar festival alanında takılıp, çeşit çeşit bira ve besin takviyesiyle kendimizi akşama hazırlamaya çalıştık. CARNIFEX’in sahne aldığı sırada yan sahnede yıllar sonra yeniden birleşen, nadiren konser veren enfes grup GREEN CARNATION için hazırlıklar başlamıştı ve hemen en öne geçip Tchort ve ekibini beklemeye koyulduk.
IN THE WOODS… efsanesinin devamı niteliği taşıyan, kadrosunda EMPEROR ve CARPAHTIAN FOREST gitaristi bulunduran bir grup için fazlasıyla düşük kalan seyirci profiline rağmen enfes bir konser verdi Green Carnation. Tabii onlardan bir önceki grubun CARNIFEX, bir sonraki grubun ise DYING FETUS olduğunu düşünürsek, insanların bu aralığı dinlenmeye ayırması doğal kabul edilebilir. Her neyse, The Quiet Offspring, Myron & Cole ve hatta Tchort’un yıllar önce EMPEROR için yazdığı, Kjetil’in “Şarkının hızını 150-200 bpm kadar düşürdük ve ortaya enfes bir Green Carnation bestesi çıktı!” dediği The Boy in the Attic gibi parçalarla bizi bizden almayı başardı Norveçli topluluk.
Saatler sekize gelmişti ve DYING FETUS ile PALLBEARER arasında bir tercih yapmamız gerekiyordu. Bu andan itibaren bir saniye bile dinlenecek vaktimiz olmayacaktı, o nedenle DYING FETUS‘te tepinmektense PALLBEARER‘da salınmayı tercih ederek Metalgate sahnesinin yolunu tuttuk. Teknik aksaklıklardan dolayı grup henüz sahneye çıkmamıştı ve hatırı sayılır bir kalabalığın yaydığı sıcaktan dolayı kısa süre içerisinde kan ter içinde kalsak da, en öne geçip beklemeye koyulduk. Watcher in the Dark‘ın ilk notalarıyla beraber ise bir anda önümde, arkamda, sağımda ve solumdaki herkes çakmağını çakıp tüttürmeye başladı. Sıcak, PALLBEARER‘ın beton gibi gitarları ve beş yapraklının ayakları yerden kesen kokusu birleşince henüz bu on dakikalık epiğin sonuna bile gelmeden benim kafa gitti. Dropout ve Thorns‘u da dinledikten sonra, saati de kontrol edip o alandan ayrıldık ve yeniden ana sahnenin yolunu tuttuk. DYING FETUS, kıyımının son safhasındaydı ve yalnızca son on-on beş dakikasına şahit olabilsem de ortaya koydukları patlayıcı performans, beni kendime getirdi. Tıpkı önceki günkü THE BLACK DAHLIA MURDER gibi onlar da tam bir konser grubu ve seyirciyi delirtmeyi çok iyi biliyorlar.
Neyse efendim, türlü maceralardan sonra geçtiğimiz yıl içerisinde beni en çok ikileme sokan, hakkındaki fikirlerimin taban tabana değiştiği MYRKUR için yine en önlerde kendimize bir yer bulup beklemeye koyulduk. Bizimle beraber hiç azımsanmayacak bir kalabalık da MYRKUR‘u bekliyordu. Metal dünyasına tartışmalı bir şekilde giren Amalie Bruun, son dönemde kendi özel yerine kavuştu gerçekten ve kitlesini buldu. Hakikaten de seyirci profili en fazla çeşitlilik gösteren konserlerden biriydi MYRKUR konseri. Şimdi burada olayı fiziğe indirgeyip yanlış da anlaşılmak istemiyorum ama yaptığı müziği bilmeseniz dahi saçlı sakallı bir sürü adamın arasından sahnede inci gibi parlayan Amalie’yi görmek istemek bence çok anlaşılabilir bir durum.
Måneblôt, The Serpent, Ulvinde gibi şarkılarla, sahnedeki perimsi duruşuyla, anlık patlamalarıyla ve diğer her şey ile beraber harikulade bir konser oluyordu ki, bir anda elektrikler kesiliverdi. Şans eseri, o anı görüntülemeyi de başardım:
Ardından elektrik kesintisinin sebebinin iki ana sahnenin bulunduğu alanın sol tarafında bulunan kale duvarının üzerine monte edilmiş olan alev makinesindeki kısa devrenin neden olduğu anlaşıldı. Hatta, bu nedenle o duvarın üzerinde ufak çaplı bir yangın da çıkmıştı. Kısa bir süre içerisinde elektrikler gelse ve MYRKUR konseri devam etse de, bu defa şarkının ortasında bir görevli gelip Amalie’yi durdurarak yangını anons edip panik yapılmamasını, duruma müdahele edildiğini belirtti. Gerçekten de hiç kimse paniklemedi ve bir-iki dakika içerisinde de her şey halledildi. Ancak tüm bu olanlar sırasında MYRKUR’un zamanı eriyip gitti ve grup ne yazık ki setini tamamlayamadan sahneden inmek zorunda kaldı.
MYRKUR’un hemen ardından ise MOONSPELL sahne alacaktı ve niyetim bir-iki şarkıya bakıp sonra Metalgate sahnesine koşturmak ve BÖLZER‘e yetişmekti. Fakat MOONSPELL öyle bir şov hazırlamış ki, BÖLZER yalan oluverdi. Opium ile açılışı yapan Portekizli efsane sırasıyla Awake, For a Taste of Eternity, Wolfshade (A Wererolf Masquerade), Vampiria, Mephisto, Herr Spiegelmann, Alma Mater ve Full Moon Madness’tan oluşan manyak bir liste ile herkesi olduğu yere mıhlayıverdi. Son anda iptal olan PAIN yerine açıklanan gruptan böyle bir beklentim hiç yoktu ama MOONSPELL bir kez daha kanıtladı ne kadar büyük olduğunu. Gerçekten oldschool hayranları çıldırtan, muhteşem bir konserdi.
Planlarımızı alt üst eden bu muhteşem konser sonrasında gece boyu tek dinlenme şansı bulacağımız LAIBACH konseri başladı ve hemen kendimizi toparlayıp günün esas bombaları CONVERGE ve MARDUK için plan yapmaya başladık. İki grup yan yana, iki ayrı sahnede çıkacaklardı ve birini izlemek demek, diğerinde çok gerilerde kalmak anlamına geliyordu. Her ne kadar kendimi ortalama bir Converge hayranı olarak görsem de MARDUK için akan suların durduğu bir noktada olduğum için planımı yaptım. MARDUK, Laibach’ın çaldığı sahnede olacaktı. Konserin sonlarına doğru, yengeç adımlarla öne doğru ilerledim ve Laibach biter bitmez dağılmaya -aynı anda da toplanmaya- başlayan kalabalığın içinden sıyrılarak MARDUK için en önden yerimi kaptım. Birkaç dakika içinde hemen yanımda Converge konseri başladı ve yaklaşık bir saat kadar dikilerek, Converge’i dev ekrandan takip etmeye çalışarak, muhteşem rifler eşliğinde olduğum noktayı kaybetmeden salınarak canımı, kanımı, helalim MARDUK‘u beklemeye koyuldum. Ara ara sahneye Fredrik geliyor, davulunu kontrol ediyordu. Bir defa da Morgan geldi hatta harika Viktoria kapüşonlusu ile ve geçerken minik bir selam vermeyi de ihmal etmedi; neden bana selam verdiğini ise daha sonra anlayacaktım. Bu arada festivalin devasa bir alışveriş kısmı var. Hem festivale dair hem de neredeyse çıkan tüm grupların resmi ürünlerini bulabileceğiniz iki dev stand kurmuşlar. Fakat ne yazık ki albümü yeni çıkmasına rağmen MARDUK hiçbir şey getirmemiş. Bir yanım bu tavrı çok havalı bulurken diğer yandan da…Ne bileyim. İnsafsız herifler ya. Hayır yani, üstüne giyip gelmeyi biliyorsun!
Neyse efendim, saatler 01:15’i gösterdiğinde bütün ışıklar karardı ve benim Brutal Assault 2018’e gitme motivasyonlarımın en üst sıralarında bulunan mükemmellik abidesi MARDUK, sahneye çıktı. Hiç selam bile vermeden, çat diye Panzer Division Marduk ile açılışı yaptı grup ve ilk otuz saniye içerisinde bu konseri sağ atlatmamın çok zor olacağını anladım. Mortuus ile aramızda yaklaşık iki metre kadar mesafe vardı ve resmen üzerimize nefret kusuyordu. Açıkçası bence MARDUK kapalı ortamlarda, kemik bir kitleye çaldığı zaman açık havada, festivallerde olduğundan çok daha etkili ve tahrip gücü yükselen bir grup ama bu adamlar nerede sahne alırlarsa alsınlar ortamı domine etmeyi, yönetmeyi, daha doğrusu yakıp yıkmayı çok iyi biliyorlar.
Ya MYRKUR esnasında yaşanan aksaklıklardan dolayı yaşanan gecikmeden ya da başka bir nedenden, MARDUK normal listesinde yer alan Baptism By Fire‘ı es geçip direkt Werewolf ile devam etti. Normal şartlarda bir başkasından duysam keyfimi kaçırabilecek bu pürüz, yıllar sonra yeniden kanlı canlı MARDUK izliyor olmanın coşkusuna karışıp yok oldu. Şarkı aralarında Mortuus’un seyirciyle olan iletişimi ise kesinlikle görmeye değerdi. Viktoria dönemine ait asil, kültürlü ve saraylı bir hanımın at bokuna bakacağı gibi seyirciye bakıyordu ve gerçekten bir noktada bu azman adamın önünde kendimi böcek gibi hissettiğimi hatırlıyorum kesinlikle.
Of Hell’s Fire, The Levelling Dust, Cloven Hoof, The Blond Beast, Throne of Rats gibi deliliklerin ardından ise yeni albümden Equestrian Bloodlust girdi. Açık söyleyeyim, o ana kadar sahnede neler olup bittiğine pek muvaffak olamamışım, zira bana göre hemen sol tarafta yer alan Morgan Hakansson, yaklaşık on yıl önce grubun Ankara konserinde satın aldığım ve bu konserde de üzerimde olan, haki renk Warschau tişörtünün aynısını giyiyormuş ve görmemişim bile. Neyse ki Morgan benden daha dikkatli ki Mortuus yirmi beş yıllık Burn My Coffin ile gerçek, oldschool MARDUK ateşiyle sahneyi yakacağını duyururken Morgan da tişörtümü işaret edip kendisininkini göstererek bir kez daha bana selam çaktı. Bu etkileşimin üzerine haliyle ben ne Burn My Coffin’de, ne sonrasındaki muhteşem Into Utter Madness‘da ve de ne kapanışı yapan klasik Wolves‘ta neler olup bittiğini pek hatırlamıyorum.
MARDUK konseri başlamadan önce konseri nasıl çıkartacağımı bilmez, ayakta durmaktan, sıcaktan ve tepinmekten yorulmuş bir haldeydim. Ancak saat gece 02:30 gibi sahneden indiklerinde sanki güne yeni başlamış gibi hissediyordum ve aşırı enerji yüklemesinden patlamak üzereydim. Haliyle sabahlara kadar içip MARDUK övdüm. Son zamanlarda hayatımda geçirdiğim en iyi geceydi sanırım, haha.
Sabaha kadar serserilik etmenin cezasını ertesi gün E-FORCE‘u kaçırarak çekecektim ama buna kesinlikle değdiğini söyleyebilirim. Festivalin üçüncü gününde ise bizi bekleyen isimlerden bazıları şunlardı: HARAKIRI FOR THE SKY, HATE, HENTAI CORPORATION, PESTILENCE, MISERY INDEX, AT THE GATES, MINISTRY, BEHEMOTH, CARPATHIAN FOREST, DEAD CONGREGATION…
Yaw deli line up varmış önce onu söyliyim.Marduk t shirt olayına bayıldım.Yerinde olsam soluğu sahnede alır Morgan a sarılırlen bulurdum kendimi 🙂 Ek olarak Moonspell irreligious albümünün turnesinde Kadıköyde acayip coşturmuştu.Sen o konseri kaçırmış mıydın?
Büyük şanstı gerçekten ama mümkün değil öyle taşkınlıklar yapabilmek, göz göze gelmeye bile korkuyorsun bu danalarla zateh ahah. Keşke şu adamları Avrupa’da bir yerde, köhne bir barda yakalayabilsem bir de.
Moonspell’in Irreligious turnesini kaçırdım ama onun üstünden de iki yıl geçmişken hala bu kadar eskilerden gitmelerini beklemiyordum doğrusu ama setlist muazzamdı ya. BÖLZER aklımıza bile gelmez oldu bir süre sonra.:’)