Blind Guardian – At the Edge of Time
Blind Guardian’ı, ya da en azından Nightfall in Middle Earth’ü, hadi en olmadı The Bard’s Song’u mutlaka duymuş olduğunuzu farz ederek Blind Guardian açıklaması kısmını geçiyorum. Böyle başlanmaz yazıya tabii ama şimdi Blind Guardian bilmeyen mi kaldı gerçekten?
A Twist in the Myth‘in çıkışının ardından dört yıl geçtikten ve arada bir best-of albüm, bir EP ve bir single dışında fanlarına bir şey sunmamışken gelmişti At the Edge of Time. A Twist in the Myth albümü için de yapılan yorumlar çok iyi ve rezalet aralığında çeşitlilik sergilediği için grubun bir sonraki hamlesinin ne olacağını özellikle merak ediyorduk hep birlikte. Fakat yılların tecrübesi Hansi faktörü ile birleşince geriye pek merak edilecek bir şey kalmamıştı. Bu kritiği ilk defa kaleme aldığım, albümün çıktığı 2010 yılında At the Edge of Time ile ilgili Nightfall in Middle Earth‘den sonraki dönemde yaptıkları en iyi albüm, gibi iddialı bir ifade kullanmıştım, fakat aradan geçen sekiz yılın ardından hala aynı görüşte olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. At the Edge of Time, mis gibi.
Önce albümdeki farklılıklar; her şeyden önce ilk kez bir Blind Guardian albümü için gerçek, tumturaklı bir orkestra tutulmuş, her şarkının arkasında gıy gıy goy goy bir ton lüzumsuz ses…Yok, öyle değil tabii. Orkestra şarkıları olduğundan çok başka yerlere taşıyor elbette. Blind Guardian müziğini bilenler zaten grubun şarkılarının güçlü yapılarını az çok biliyorlar. İşin içinde bir de orkestra olduğunu düşünün şimdi. Albüm zaten film müziği gibi giren Sacred Worlds ile açılıyor ve ilk dakikadan epikoğlu sponsorluğunda bir albüm ile karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. Tüm şarkıda müthiş bir orkestra desteği var ve ikinci nakarat girdiğinde sözleri bilmeseniz bile ata tuta I will live forever, we shall stand together diye haykırırken buluyorsunuz kendinizi. Tabii yazar burada hep kendi gazlarından bahsediyor aslında. Kısacası müthiş bir açılış parçası olmuş. Oyuncu arkadaşlar için de bu şarkının aslında Sacred 2 oyununda yer alan ve inanılmaz yaratıcı bir şekilde ismi Sacred olan bir parçanın tamamlanmış ve orkestra eklenmiş hali olduğunu belirtelim. Sonuçta Blind Guardian’dan bahsediyoruz arkadaşlar; fantastik artık ekmeği suyu olmuş bunların.
Albümün gaz şarkılarından olan Ride into Obsession, Robert Jordan’ın Wheel of Time adlı, birazcık, azıcık uzun ama aşmış eserine ithaf edilen iki şarkıdan ilki. Diğeri de haliyle Wheel of Time. Blind Guardian netliği işte böyle bir şey. Belirtmeden geçemeyeceğim; Ride into Obsession’da Hansi’nin vokali almış başını gidiyor resmen. Sırf 0:50 de giren bir The battle rages on/and forever and ever/the wheel will turn sözünü öyle bir söylüyor ki, hala böyle içim şey şey oluyor dinlerken.
Grubun davulları da artık rüştünü fanlara ve gruba ispatlamış olan goblin kardeşimiz Frederik Ehmke’ye ait ve oldukça da başarılılar. Hem hızlı parçalardaki hem de orkestranın ağırlıklı olduğu bölümlerde ön plana çıkmayı başarıyor ve albümün heyecanını bir kademe daha artırıyor Frederik. Thomen ilk göz ağrımızdı belki ama Frederik de iyi vallahi ya.
Fantastik, magazinel ve müzikal bazı anekdotların ardından şimdi söz gene bende. Evet, beni dinliyoruz:
Şöyle bir gerçek var ki Blind Guardian hiçbir şeyde iyi değilse bile (ki bunu diyeni tokatlamak sünnettir) melodi ve gitar işçiliği konusunda aşmış bir grup. Andre’nin soloları benim için artık marka halinde ve grubun belki de en önemli bileşenlerinden bir tanesi. Bu albüm de Blind Guardian diskografisi içerisinde akıllarda yer edebileceğini düşündüğüm melodiler ve sololar ile dolu. İkinci parça Tanelorn ve o dönem lan saçlar gitmiş şaşkınlığı yaşatan klip parçası A Voice In The Dark’da bu şahane gitarları dinleyip hayran kalmamak elde değil. Gitardan aldığımız gaz ile Hansi’ye eşlik ederek (yok öyle bir şey tabii, anca deneyebiliyoruz cıyak cıyak bağırıp) coşmak işten bile değil. Özellikle Tanelorn klasik speed metal gitarları ve müthiş nakaratıyla 90’lar Blind Guardian’ını hatırlatıyor ve eski fanların gönül tellerini titretiyor. Blind Guardian’ın müzikal geçmişini unutmadan nasıl modern bir ses oturttuğunu da gösteren, eskiyle yeninin karışımı bir şaheser ve albümün de en iyilerinden.
Saydın o uçuyor bu kaçıyor diye ama nerede akustikler nerede balladlar diyenler için bir doz Curse My Name‘imiz var elimizde. Yine dağda bayırda elf kardeşlerimizle saklambaç oynadığımız, cüce kadınlarını erkek sanıp dalga geçtiğimiz için taştan salonlarda kovalandığımız günlere götürüyor bizi bu şarkı. Bir The Bard’s Song veya A past and Future Secret değil belki ama aynı akustik ferahlığı yaşatıyor insana. Hala keyifle dinliyorum kısacası.
Son parça olan Wheel of Time ise albümün ağır toplarından birisi. 8:56 süresi ile Sacred Worlds dışında (9:19) albümün en uzun ve en epik parçası. Orkestra kulağımıza muhteşem melodiler çalarken Ehmke davulları üzerinde Hansi’nin vokali yükseliyor ve albüm için muhteşem bir kapanış gerçekleşiyor. Daha iyi bir albüm sonu olamazmış sanırım. Minik bir And Then There Was Silence etkisi yaratıyor hatta. Çok iyi yahu.
Sonuç itibariyle ikinci yarısındaki hafif tempo düşüklüğü dışında pek bir eksisini bulamadığım, dört dörtlük bir albüm bence At The Edge of Time. Yıllar öncesinde yazdığım, şimdi üzerinden geçerek yeniden paylaştığım bu kritikteki fikirlerimde neredeyse hiçbir değişiklik olmadı, o nedenle rahat rahat öneriyorum; mutlaka bir şans verin. Canımsın Blind Guardian.