Dawn – Slaughtersun (Crown of the Triarchy)
Bu kadar mükemmel iki albüm çıkartıp da bu kadar bilinmeyen bir grup olarak kalmasını hala aklımın almadığı DAWN’un şimdilik son stüdyo kaydı olan “Slaughtersun (Crown of the Triarchy)” eğer benim gibi tamamen tesadüf eseri olmayacak bir yerlerde denk gelmediyseniz adını duymama ihtimalinizin epey yüksek olduğu bir albüm, ve eğer ki durum buysa ve black metali az bile olsa seviyorsanız şu an çok fazla sevinmek için harika bir sebebiniz var.
Kariyerine melodik death metal yaparak başlayan, sonra “ya İsveç’te melodik death grubundan geçilmiyor, gelin biz melodik black’e kayalım” diyen (bunun böyle olmadığına hemen hemen eminim ama devam edelim) ve dünya metal müzik tarihinin en iyi kararlarından birini vererek death metalin ışığı biraz daha fazla soğuran kuzenine yatay geçiş yapan DAWN’un çıkarttığı, diğerinin adı da “Nær sólen gar niþer for evogher” olan iki stüdyo albümü de bu tarz müziğin en iyileri arasında yer alıyor. Bu işi Norveçli komşuları kadar “evil” yapmadıkları için midir, yoksa melodik black metalin her zaman biraz gözardı edilen bir alt kol olmasından mıdır nedir bilinmez, hak ettikleri değeri doğru dürüst göremeyen ve bu albümden kısa bir süre sonra dağılan grup, neyse ki 2008 yılında geri döndü ve eğer ki elemanları dokuz yıldır bizi yemiyorlarsa yeni materyaller çıkartacak gibi gözüküyor.
Hiç black metal kapağı gibi olmayan, hatta dürüst olmak gerekirse albüm kapağı gibi bile olmayan kapağı açıp müziğin içine girince beklenmedik bir şölen ile karşı karşıya kalıyoruz. Henüz daha ilk şarkı The Knell and the World’ün başlamasından birkaç saniye sonra bir Ağustos öğlenindeki Güneş ışınları keskinliğinde gitarlar bize merhaba diyor. Albüm boyunca kullanılan ve “Slaughtersun”ın en sevdiğim taraflarından biri olan davul-gitar uyumsuzluğu daha bu anlardan çarpıcı bir şekilde kendini belli etmeye de başlıyor zaten.
Uyumsuzluk derken şöyle: albümün çoğu anında davullar son sürat blast beat’ler ile giderken gitarların gayet acelesiz, yayvan ölçülerde melodik riflere döndüğünü, gitarların Güneşin yüzeyindeki patlamaları hissettiren tarama moduna geçtiği zamanlarda ise davulların daha orta tempoda, alışılageldik ritimlere döndüğünü fark edebilirsiniz. Genelde arada köprü görevi görmesini beklediğimiz basların az çok bunların arasında bir yerlerde gezinmesine rağmen bu görevi üstleneceğini tahmin ettiğimiz anlarda epeyce arka planda kalmasıyla iyiden iyiye müziğin en karakteristik özelliklerinden biri haline gelen bu tezat kendi içinde bu kadar aykırı olduğu için midir nedir öyle bir sinir, bir iç kaşınması yaratıyor ki bende, eminim ki bir hafta kadar bu albümü aralıksız dinlesem dişlerim çenemi sıkmaktan diş etlerimin içine, tırnaklarım yumruklarımı sıkmaktan avucumun içine gömülür.
Yirmi dakikalık sert bir girişten sonra To Achieve the Ancestral Powers ile durgunlaşan ve ağaçların yaprakları arasına girip derimizi kavurmayı bırakan albüm gölgede kısa bir dinleti sunduktan sonra ise bıraktığı yerden devam ediyor. Bu iki dakikalık nefes alma molasının dışında tüm şarkıları sekiz buçuk dakika ve üzerinde albümün; fakat emin olun ki bunların herhangi bir anı dahi boşa geçiyor değil. 59 dakikalık kaydın 57 dakikası kapağın verdiği o gözleri kısma isteğinin işitsel yansıması şeklinde gidiyor. Temponun düştüğü anlarda dahi sürekli bir yaz günü öğlen saatinde dışarıda oturmanın verdiği iç huzursuzluğu var ve “Slaughtersun”ı bu kadar nefis bir albüm yapan en önemli unsurlardan bir tanesi dinleyiciyi hiç rahat bırakmaması. İşte uzun süreli şarkıların tek bir anının bile boşa olmamasını sağlayan da tam olarak bu.
“Slaughtersun”ın en şaşırtıcı yanlarından bir tanesi ise, bunca dehşetin arasında gözlerini kamaştırırken bir şekilde dinleyiciye bir çeşit melankoli de enjekte ediyor olması. Aphelion Deserts’ın 1.50 civarında başlayan pasajı, ya da 11 dakikalık devasa kapanış şarkısı Malediction Murder’ın tamamına bir şekilde yansıyan o hüznü gözardı etmek mümkün değil. Zaten bilhassa şarkı sözleriyle ve genel yok oluş temasıyla bunun gözardı edilmesinin amaçlandığını söylemek de mümkün değil. Albüm ile ilgili her şeyi üst üste koyup değerlendirince albümün tüm varoluşun yanışını ve bunun getirdiği tüm ihtişam içinde geriye tek bir varlık kalmasa dahi sonsuza değin sürecek hüznü temsil ettiği canlanıyor insanın kafasında.
Benim gözümde melodik black metal tarihi içinde mükemmele bu denli yaklaşabilen başka bir albüm yok. Umuyorum ki DAWN eninde sonunda yeni bir albüm daha çıkartacak olursa bu ünvanı “Slaughtersun”ın elinden almayı başarır.
When it all crashes down
Death is triumphant and wears its crown
And my work is done
Suicidal law… Yet I have won
97/100
Türün en sevdiğim albümü, bence hala rakipsiz. Öyle özgün bir tarafı var ki bir kere dinledikten sonra imkanı yok kafandan çıkaramıyorsun. Aynı şekilde Kvist’in albümü de öyledir, ikisinin de köpeğiyim.
Bu eşsiz albüme yer verdiğiniz için teşekkürler metalperver ailesi:) layıkıyla övülmüş yazıda, daha fazla söze gerek yok. Ride the wings of pestilence.