Insomnium – Anno 1696
Mahşerin dört atlısından kıtlık, siyah atının üzerinde bekliyor. Ne kendisi ne de adı ihtişamlı; hayata soylu doğmuş, arazisi olan birinin dönüp bir kez daha bakmayacağı kadar sıradan. Paçavralara sarılı bir halde, cılız atının üzerinde güçlükle duruyor sanki. Ayırt edilebilir tek özelliği, elindeki terazisi. Terazinin iki kefesi de boş. Donuk gözlerinin arkasında, sürekli aynı kelimeler dönüyor zihninde. Tanrının kuzuları üçüncü mührü kırdığında o sözleri haykıracak:
“Bir ölçek buğday bir dinara ve üç ölçek arpa bir dinara. Zeytinyağı ve şarabı ziyan etmeyin.”
Kıtlığın sadece gıda yetersizliğinden değil, adaletsiz gelir dağılımından da gerçekleşebildiğini ifade eden bu sözler o kurumuş dudaklardan çıkıp tanrının öğütlerinin unutulduğu kıtlık tarafından hatırlatıldığında, her şey için çok geç olacak. Savaş, doğaya verilen zarar, artan insan nüfusu ve ekonomik düzensizliklerin ardından kıtlığın gelmesi kaçınılmazdır ve o geldiğinde önünde hiç kimse duramaz. Durabildiğini gören de olmadı henüz.
18. Yüzyılın sonlarında İskandinavya bölgesinde baş gösteren kıtlık, en çok da o dönem İsveç’in bir eyaleti olan Finlandiya’yı vurdu. O günkü nüfusun neredeyse üçte biri, yani yaklaşık 150.000 kişi, sadece iki sene gibi kısa bir süre içerisinde yok oldu. Erken gelen donlar, kötü hasat ve alınmayan önlemler, 1695 kışında yaşananların sonradan Det stora svartåret, yani Büyük Kara Yıl şeklinde anılmasına neden olacak, yaz ortasına kadar bir türlü çiçek açmayan çavdar, yiyecek ekmek bulmayan yüz binlerce hayatı solduracaktı…

Melodik death metalin Fin devi Insomnium, 9. stüdyo albümünde ülkesinin yaşadığı o korkunç günleri hatırlatıyor. Anno 1696, bir yandan kıtlığa değinirken bir yandan da Hristiyanlık tarafından pagan geleneklerin kökünün kurutulma çabası esnasında yaşanan korkunç olaylara dikkat çekiyor. Cadılıkla suçlanarak yakılan, işkence ile öldürülen sayısız insanın yasını tutuyor; kıtlık nedeniyle yamyamlığa ve bebek cinayetlerine kadar varan dehşetler üzerinden toplum histerisine parmak basıyor. Kuzey Avrupa’ya yayılan sözüm ona Cadı Avı‘nı, zor hava şartlarını ve kıtlığı anlatırken de bildiğimiz Insomnium formülünü uygulayıp merkezine melodiyi oturttuğu müziğiyle death metalden black metale, folk müzikten doom metale varan zengin bir tabak sunuyor.
Hiçbir zaman Insomnium hayranı olamamış (olmamış değil bakın; cidden deniyorum zira), grubun müziğini fazla cilalı, fazla formülize ve tekrarlı bulan bir dinleyici olarak özel bir konsept üzerinde çalışmanın gruba yaradığını düşünüyorum. Anno 1696 dinamik, tekrarsız, hit çıkarma telaşı olmadan yazıldığını ilk dinlemeden geçirebilen bir iş. Markus Vanhala & Jani Liimatainen’in gitarları her zamanki gibi soğuk ve melankolik melodilerle bezeli; ancak bu defa lokomotif melodileri dinleyicinin aklına kazımaya çalışmaktansa konseptin ihtiyaç duyduğu organik bir akış içerisinde besteler üreterek şarkıları daha samimi, daha plansız (ticari bir plandan söz ediyorum) hissettirmeyi başarmışlar. Bu albümde bir While We Sleep, bir Heart Like a Grave yok belki ama uzun süredir dinlerken en keyif aldığım Insomnium albümü oldu Anno 1696. Hoş, konsepti düşününce keyif kelimesi biraz abes duruyor ama anladınız siz.
Alıştığımız Insomnium melodramasına girmeden, girişi uzatmayıp hızla yola koyulan, bu anlamda grubu ilk defa dinleyecekler için sıcak bir karşılamayla açılan 1696, çok daha çiğ ve direkt bir Insomnium’un da habercisi. Kurt adam mitinden, Fin yazar Aino Kallas’ın 1928 tarihli romanından (Sudenmorsian) ilham bulan şarkı sözlerinden gitarlarına, davullarından vokaline kadar bir kurdun ısırdıktan sonra kilitlediği çenesi kadar net. Bu açılışı tekil olarak paylaşıldığı dönem dinlerken sıkıntıdan patladığım White Christ takip ediyor. Baştan sona bayık mı bayık bir davulun üzerinde seyreden parçaya ROTTING CHRIST insanı Sakis Tolis eşlik ediyor. Tek başına hala çok sıkıcı bir beste bence ama albüm içerisinde hiç sırıtmıyor ve dinlerken elim sonraki şarkıya gitmedi hala. Büyük bir trajedi görüp hayatta kalmış birinin o neşesiz, boş ruhunu yansıtıyor sanki ve o sıkıcı, tutuk, gri yapısı atmosfer / konsept bakımından işi kotarıyor.
Hemen arkasından bu kez Kojanna Kurkela’nın yer aldığı (AURI) Godforsaken başlıyor. Folk etkisinin tavan yaptığı parçanın Kurkela üzerinden yarattığı zıtlık, Anno 1696‘ya dair en sevdiğim şeylerden biri oldu. Metal altyapı güçlü, özellikle davul tarafı hayli gövdeli tutulmuş; Kurkela’nın peri vokaliyse aradığı o dramatik, kırılgan karakteri vermiş. Şarkının orta bölümünde Kurkela’nın klasik gitarlar üzerinde salındırdığı vokalini, onun hemen arkasından gelen melankolik soloyu ve dinamik vokal düzenlemelerini dinlerken Insomnium’un hakikaten büyük grup olduğunu inkar etmek kolay değil. Doğru zamanlamayı ve hangi enstrümanın nasıl bir etki yaratacağını bilince Godforsaken‘ın 2. yarısı gibi kusursuzluklar çıkıyor işte ortaya bazen.
Zıtlıklar üzerine kurulu bir başka ulan bazen çok mıy mıylar ama bu işi biliyorlar ha, dediğim şarkı da The Unrest. Tekinsiz, ürkütücü dörtlüklerin arkasındaki folk gitarlar, bir anda işlerin yoluna gireceği ilüzyonunu yaratan Niilo Sevänen’in yumuşak nakaratı, tam vaktinde giren piyano ve flüt ile kapanış… Biliyorsunuz bu işi yav, ne diyeyim.
MOONSPELL‘in tövbeler tövbesi 1755‘inin aksine Insomnium, konseptinin içinde boğulmamış ve bir yandan trajedisini aktarırken bir yandan da Heart Like a Grave‘de aldığı abim siz temcit pilavına bağladınız ama ha, eleştirilerini bertaraf etmenin yollarını aramış. Aslan payı, aynı melankolik motifleri dakikalarca uzatmak yerine keskin rifler ve hatta sololar (bkz. The Witch Hunter) ile daha sıralı, tak tak koyup geçen bir anlayış benimseyen Markus Vanhala ve Jani Liimatainen’e ait. Özellikle ilk üç şarkı özelinde her şarkıda farklı bir yöne ağırlık veren bir Insomnium gözlemlemek mümkün ve benim gibi grubun kendini tekrarlamasından şikayet eden dinleyiciler için albümün ilk yarısı kusursuz bir futbolla skoru alıyor. Kapanışa doğru giren, demin bahsettiğim The Unrest de tümüyle folk takılıp yine çeşitlilik sağlıyor.
Lilian, Starless Paths, The Rapids gibi parçalardaysa çarklar dönmeye başlıyor ve iyisiyle kötüsüyle alıştığımız Insomnium mekanizmasının çalışmasına şahit oluyoruz. Tekil olarak The Rapids‘in black metal blast-beat‘lerini ve korosunu, Starless Paths‘in o zehir gibi insanın kanına giren melodilerini seviyorum belki ama hep belli başlı hareketler, 7-8 dakika sürelerin içerisinde 1-2 dakikalardan söz ediyoruz; o nedenle de yine tümüyle benimseyip işte budur diyemiyorum. Konsept işleri, kısa öyküleri (albüm için kısa bir öykü yazmış Niilo Sevänen), tarihi sevdiğim için oturup şunu izledim/dinledim ve her bir parçanın anlamı arttı ama kim bunla uğraşır, bilemiyorum. Ayrıca her mecrayı kendi günahlarıyla yargılamak gerektiğine inanıyorum; hikaye anlatmaya çok meraklıysanız kitabını basın, filmini çekin kardeşim. Heç.
Yazmak lazım ama kim uğraşacak bunlarla ya, gibi motivasyonsuz ve heyecansız girdiğim Anno 1696‘dan Ben bu Insomnium’u biraz seviyorum aslında ya galiba, gibi bir çıkarımla çıktım kısacası. Heart Like a Grave‘den kat be kat daha yaratıcı, daha direkt bir albüm. Hit arıyor, aynı şey tekrar etsin dursun istiyorsanız üzebilir ama ben sevdim. Genel çerçeveye bakınca Insomnium benim için hala çok cilalı bir müzik yapıyor; üstelik dinlediğim tonla ayı boğan grup yüzünden metal bile hissettirmiyor çoğu zaman ama melodik, melankolik ve bazen de bağıran bir şeyler söz konusuysa Insomnium bir istikrar, kalite ve güç abidesi olarak orada duruyor. Daha da uzun yıllar durmaya devam edecek gibi görünüyor.
83/100

Metalperver’e destek olmak ve sürekliliğini sağlamak için hemen aşağıdaki düğmeye tıklayıp PATREON’a göz gezdirebilirsiniz: