Volbeat – Servant of the Mind
Merhaba.
Popülerliği ve ticari başarısı arttıkça müziğini daha az beğendiğim, 2010’da Sonisphere’de bir avuç insanın toplandığı sahne önünde Rock the Rebel / Metal the Devil albümündeki parçaları ezbere söylerken bugün toplasanız 10 tane şarkısının adını bile bilmediğime emin olduğum, merak ve takip isteğimin giderek düştüğü bir isim Volbeat. Bu durum beni hayli üzüyor, çünkü gerçekten 10-15 sene önce dinlerken en çok eğlendiğim gruplardan biriydi.
8. stüdyo albümünde hayatımın ilk Volbeat kritiğini yazma isteğim ya ben bunları ne çok seviyordum, gibi bir nostaljiden ibaret anlayacağınız. Eğer sağda solda devamlı karşıma çıkmasaydı herhalde yine pek umursamazdım ama sene sonunda pek çok mecrada denk geldim Danimarkalı ekibe. Hal böyle olunca hem onların ne durumda olduğunu görmek hem de grupla ilişkimi değerlendirmek üzere Servant of the Mind‘ı masaya yatırmaya karar verdim. E buyurun sofraya geçelim madem.
Elvis vokalli Metallica, gibi bir tanıma sıkıştırabiliyorduk eskiden Volbeat’i; bugün de üç aşağı beş yukarı aynı şeyi söylemeye devam edebildiğimizi gördüm. Bununla birlikte grubun yıllardır çok daha rock temelli, herkesi kucaklamak isteyen tatlış, ponçik besteler yaptığı gerçeğini düşününce bir önceki cümle bir övgüye dönüşüyor benim nezdimde, çünkü Servant of the Mind uzun zamandır Volbeat’ten duyduğum en metal kokan şarkıları barındıran, bir albüm olarak değeri tartışmaya açık olsa da tekil parçalarla hayli öne çıkabilecek (şimdiden bazı şarkılar 5-10 milyon dinlenmiş durumda zaten Spotify’da) bir eser.
Metal ile ana akım dostu işleri birleştirme konusundaki hüneri, Volbeat’i dünyanın en hızlı büyüyen ve headliner seviyesindeki gruplardan birine dönüştürdü. Onların derdi baştan sona bir şeyler anlatan, atmosferiyle ve birbiriyle paslaşıp destek alarak büyüyen besteleriyle bütüncül bir tecrübe sunmaktan ziyade konserlerde hep bir ağızdan söylenecek, eğlenip coşulacak şarkılar yazmak. Servant of the Mind‘ı bir albüm gibi değerlendirmeye kalkarsak konu hızlıca meczup dövme noktasına gelebilir, çünkü birbiriyle zerre ilgisi olmayan şarkılar kopuk ve haddiden çok daha uzun süren bir tecrübe sunuyor dinleyiciye. Kendi içinde 2-3 tanesini eşleştirip kümeleyebileceğiniz toplam 13 parça ve darmadağın bir 60 dakikaya tahammülüm yok benim de ama Volbeat zaten oynatma tuşuna basıp arkamıza yaslanalım diye yapmamış bu albümü. 3-5 favori şarkını seç, her birini ezberle ve konserde coş, bütün mesele bu!
Rockabilly, yani 1950’ler klasik rock’n’roll karakterindeki parçalar ve grubun metal tarafını öne taşıdığı daha gaz, daha sert besteler arasında gidip geliyor Servant of the Mind. Shotgun Blues,The Devil Rages On, Say No More, Becoming gibi daha günahkar (görece tabii) şarkılar, yıllarca ANTHRAX‘ın prodüktörlüğünü ve lead gitaristliğini üstlenmiş Rob Caggiano’nun da katkısıyla (öyle tahmin ediyorum en azından) şahlanırken grubun her şeyi diyebileceğimiz Micheal Poulsen de vokaliyle sürüklüyor bu parçaları. Zaten Volbeat dünyanın en kolay nakarat yazan gruplarından biri ve birkaç dinlemenin ardından en sevmediğim (mesela Heaven’s Descent) şarkının bile nakaratına ezbere eşlik ettiğimi fark edip şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Grubun ilham vitesini şak diye değiştirirken yolcuyu zerre sarsmaması ise gerçekten alkışlanası bir beceri. Wait a Minute My Girl‘in piyano üstü saksafon solosunu, Dagen Før‘un 80’ler gençlik dizisinin yaz bitti:( temalı son bölümünün müziği tadındaki düetini, Becoming‘in düpedüz death’n’roll girişini ve Mindlock‘un Metallica diye bağıran gitarlarını birleştirince ortaya çıkan şeyin ayakta durabilmesi mucizevi geliyor bana.
Uzun zamandır bir Volbeat albümüne bu kadar zaman ayırmıyordum ve günün sonunda Servant of the Mind‘ı dinlediğim için kendimi kötü hissetmiyorum. Yukarıda bir yerlerde de dediğim gibi şöyle birkaç tur dinledikten sonra kafanıza göre birkaç şarkıyı alıp cephanenize ekleyebileceğiniz türden, Volbeat’in neden bu kadar büyük ve popüler olduğunu kanıtlayan klas hareketlerle dolu, ana akım diye bağırsa da kaliteli bir albüm. Özgün, yaratıcı veya heyecanlandıracak bir şeyler arıyorsanız o mevzularda Volbeat’in mermisi yıllar yıllar önce tükendi ama maalesef; bu da atlanmaması gereken bir gerçek.
Volbeat’ı bu albümle keşfettim. The Devil Rages On’un hastası oldum, çok acayip bir şarkı. Danimarkalı bir grubun bildiğin Amerikan müziği yapıyor. Baştan sona Şeytan öven sözleri milyonlarca kez dinlenebilecek (spotify’da dinlenme sayısı 1.310.037) çekicilikte sunmalarına da bayıldım, pis pis ellerimi ovuşturdum dinlerken. Temple of Ekur, Shotgun Blues, Say No More ve Becoming ve The Sacred Stones’u da çok sevdim ama Dagen For, Step Into The Light falan dinlerken sıkıntıdan fenalık bastı. Sevdiğim şarkıların daha fazlası için hangi Volbeat albümünden devam edeyim?
Benim en sevdiğim albümleri yazıda bahsettiğim Rock the Rebel/Metal the Devil ama grubu daha yakından takip eden biri cevap versin buna.