Drott – Orcus
Merhaba.
Geçtiğimiz aylarda posta kutuma düşen “Bunu kaçırma!” başlıklı bir e-posta sayesinde tanıdığım Drott, o günden beri gizli gizli takip ettiğim, Instagram’ını kurcaladığım, eski sevgililerini araştırdığım bir proje. Gizli diyorum ama aslında Tek Atış‘ta paylaşmıştım ve yanılmıyorsam bir iki defa Metalperver Haftalık‘a da almıştım galiba. Zaten istesem de o kadar saklayamazdım herhalde, zira Arve Isdal (ENSLAVED), Ivar Thormodsæter (ULVER) ve Matias Monsen gibi önemli müzisyenlerden oluşan, metalin kalbinin attığı Norveç’in Bergen şehrinden çıkma bir proje olarak kısa sürede yeterince ses getirdiler ortamlarda.
2020’de kurulan, ilk EP çalışmasını Mart – 2021’de paylaşan Drott, enstrümantal post/progresif rock icra ediyor. Folk unsurları da barındıran müziğin temeli doğa, batıl inançlar ve spiritüelizm gibi kavramlara dayanıyor gibi görünmekle birlikte elemanların kendilerini saldıklarını, sınırlamaya çalışmadıklarını görüyoruz. Metal unsurları çok zayıf tabii ama rock, klasik, caz ve psikodeli harmanından oluşan besteler, bu tip atmosferik işlerden keyif alanlar için Orcus‘u senenin değerli keşiflerinden biri yapmaya yetiyor.
Bu havalı, fularlı imajına rağmen aslında Orcus‘u dinlemesi, içine girmesi ve sevmesi hayli kolay. Deneyselliği sadece stil serbestliği seviyesinde tutmuş Drott ve bestecilik tarafında olabildiğince dinleyici dostu, hatta pop çerçevesinde kalmaya çalışmış. The Marauders gibi katman katman eklemlenip sonik bir taarruza dönüşen deneysellik timsali parçalar da var tabii ama hepi topu 2:39 süreye sahip örneğin bu şarkı; deneysellik denilince hadi baba kopuyoruz, tarzı 10 dakikalık işler bekleyenleri ters köşeye yatıracak kadar ani, seri ve atik davranıyor Drott. Besteler genellikle bir-iki kök fikrin etrafında şekilleniyorlar ve bu sayede çok dağılmıyorlar. Haliyle en kopuk takıldığı anlarda bile kendini dinletiyor Orcus.
Birkaç dinlemeden sonra ise keşke biraz daha odaklı takılsalarmış dediğimi itiraf etmeliyim. Daha doğrusu o kadar geniş takılıyorlar ki, bir fikrin veya stilin üzerine yeterince gidilmemiş hissi uyanıyor insanda. By the Lunar Lake‘in Uzak Doğu atmosferi, Arch of Gloom‘da neredeyse DEAD CAN DANCE vari bir etnik hava ile art-rock gitarların birleşimi; Ivar Thormodsæter’ın Ulver bilenler için sürpriz olmayan ilginç perküsyon kullanımı ile Arve Isdal’ın Enslaved’in son dönemindeki psikodelik, atmosferik hallerine olan etkisini tartışmaya açacak kadar benzerlikler taşıyan besteciliği sayesinde her parça kendine has bir karakter taşıyor. Tekil olarak sevmediğim tek bir parça bile yok hatta. Ancak belirli bir fikir dahilinde 2-3 dakikalık tek bir parçadan fazlasını arıyor insan. EP sonrasında biraz hızlı geldi albüm galiba. Fikirlerin daha yayvan işlendiği, en azından iki-üç parçalık geçişler sayesinde aradaki bağın daha kuvvetli olduğu, 39 dakikadan ziyade şöyle 50’leri zorlayan yoğun, yorucu ama etkisi çok daha kalıcı bir albümü tercih ederdim sanırım. Bir anda değişiyor albümün modu ama dinleyici bu hıza yetişemeyebiliyor. Sadece bir-iki parçada, minimal olarak vokal kullanımı var bu arada ve elektrikli gitarlar, -görece- sert davullar duymak için de kapanış parçası Orcus‘a kadar beklemek durumundayız bu arada. Bütün albüm Orcus tadında olsa nasıl bir iş çıkarmış, onu da merak etmedim desem yalan olur.
Yeraltında kendi yolunu bulmaya çalışan bir kahramanın oradan oraya savrulma halindeki öyküsü, her parçada farklı bir karakterde yansıtılıyor Orcus‘ta. Stilistik kopukluklar nedeniyle hikayeyi hissetmek pek kolay değil ama Drott müziğindeki potansiyel de ortada. Orcus‘u istediğim kadar övemiyorum ama Drott’un biraz daha kendini vererek, odaklanarak kayda girdiğince bundan çok daha etkili bir albüm ile çıkabileceğine eminim. Orcus ile bile olsa Drott müziğini tanımanın, şimdiden yerimizi almanın önemli olduğunu düşünüyorum. İlk buluşmada herkes heyecanlanır, herkes elini ayağını nereye koyacağını bilemez haldedir; olur o kadar, diyelim o yüzden.