Iron Maiden – Senjutsu
Merhaba.
46 yıldır müzik yapıyor Iron Maiden. 46 yıldır düzenli olarak özgün yaratıcılık sınavlarına tabii tutuluyorlar; bu stres bir yana, düzensiz ve göçebe müzisyen hayatının belli bir yaşa kadar ne kadar eğlenceli, fakat bir noktadan sonra insanın üzerine nasıl ağır bir yük bindirdiğini düşünmek bile yorucuyken bu yaşam biçimini neredeyse yarım asırdır sürdürdüklerini düşünmek bile Iron Maiden’a duyduğum saygıyı katlıyor. Hele ki elemanlar için gerçekten de artık gece yarısına birkaç dakika kalmış (yaş ortalaması 65), bir grubun elde edilebileceği her başarıyı (bazılarını birkaç kez) elde etmişken hala çalmaya devam edecek motivasyonu bulmaları büyük hadise. METALLICA, JUDAS PRIEST, IRON MAIDEN ve akran diğerlerini değerlendirirken ister istemez aklım bu büyük büyük sayılara kayıyor. Tüm bu isimlerin niye devam ettikleriyle ilgili çeşit çeşit senaryo atılabilir ortaya tabii. Steve Harris’in de başka yapacak bir şey olmadığı için Iron Maiden’ı bitiremediği argümanına karşı çıkmayabilirim hatta ama insanı köleye indirgeyen memuriyet bile 25 yılda, 65 yaşta bitiyorken Iron Maiden’ın hala durmaya niyeti yok gibi. Deli misiniz dedem ya siz, diyesi geliyor insanın.
46 yıl boyunca ateşi diri tutmak kolay değil. Alevin titreştiği, ısısını ve ışığını kaybettiği, kuvvetli bir rüzgarla neredeyse sönecek noktaya gelip toparladığı birçok farklı durum ve dönemin içinde buldu kendini de Maiden. Neyse ki hem Arry hem de dünyanın en tutkulu hayran kitlelerinden biri olarak gördüğüm Maiden fanları, o meşaleyi söndürmeden bugüne getirmeyi başardı bir şekilde. 46. yılında, 17. stüdyo albümünü yayımladı Iron Maiden.
Taktik ve strateji, yetenek ve teknik, aldatmaca, kaynak ve büyü; Japonca bir kelime olan Senjutsu, kullanımına göre kabaca bu anlamlara gelebiliyormuş. İsminin anlamları üzerinden değerlendirmek istiyorum Senjutsu’yu. Böyle planlı yazılarda patlarım ben genelde ama hadi bakalım:
Taktik ve strateji: Senjutsu’da ikisi de yok. Hemen de böyle başlamak istemezdim ama Iron Maiden’ın herkesin diline dolanmış o 2000 sonrası progresife kayan beste yapısı muhabbeti, kimi haklı örneklemeler ve istisnalar dışında bana biraz tıraş geliyor kusura bakmazsanız. Uzun demek progresif demek olsaydı 20 dakikalık üç notalı ambient black metal parçalarına da progresif black metal derdik… Tekrar, tekrar ve inanmazsınız ama yine tekrardan ibaret bir progresifliği satın alamıyorum ben kısacası. 81 dakikasının neredeyse 40 dakikası, diğer 40 dakikanın bir tur daha çalınmasından ibaret Senjutsu’daki bu taktik eğer dinleyiciyi uyuşturmak, nicelikle öne çıkmak veya önüne ne verilse yemeye hazır Iron Maiden hayranını kandırmaya yönelik bir stratejiyse Lost in a Lost World ile amacına ulaşmış Steve Harris. Bir Iron Maiden potpurisi ve neredeyse her partisyonunu bir başka Iron Maiden parçasında duyduk daha önce. Filler bile diyemeyiz; 81 dakika albümün daha bir de doldurma parçaya ihtiyacı mı var sanki de Harris’in ne kadar başına buyruk ve umursamaz olduğunu bir kez daha kanıtlıyor Lost in a Lost World. Albümün iki senedir yattığını (2019’da kaydedildi ama malum Covid-19) düşünürsek, aceleye gelmiş veya gözden geçirilmemiş olması da mümkün değil. Demek ki ille de olacak bu şarkı dedi herhalde, ne bileyim. Umarım bir daha dinlemek zorunda kalmam bir şekilde, fenalık geçirecek gibi oluyorum zira.
Yetenek ve teknik: İşte bundan bolca var. Nicko Mcbrain’ın kendine has bir tarzı, bir davul üslubu olduğu aşikar ama yıllardır bu kadar canlı bir performans duymamıştım Nicko dedemden. Tabii Kevin Shirley’nin aşırı sıkıcı prodüksiyonu (Maiden albümlerinin üzerine anneane yorganı örtüyor yıllardır ve Arry bu prodüksiyonu sevdiği için bir şey de denilemiyor tabii kendisine; emir kulu garibim) yüzünden her enstrüman olduğundan daha cansız tınlıyor tabii ama yine de Nicko’nun davullarını sevdim. Yıllardır Ritchie Blackmore ekolünden enfes sololar atan Janick Gers’in soloları da şahsi favorilerimden yine. Tabii üç gitarist ve egosantrik durumlar derken tüm albüm solo şov zaten. Ayrıca eklemek lazım ki üç gitarın da doğru düzgün besteye katıldığı nadir Maiden albümlerinden biri bu.
Yalnızca Bruce Dickinson’ın sesi artık yavaş yavaş ayrılıyor aramızdan; golf topu kadar bir kütle çıktı adamdan ve kanser sonrası hala vokal yapabiliyor olması bile harika tabii ama ne yazık ki o eski halinden de eser yok. Zorlandığını hissettiriyor fazlasıyla. Adrian Smith’in besteciliği ise Senjutsu‘nun taze, renkli tarafı. Harris’in X Factor, Virtual XI gibi albümlerde yer bulamayacak bestelerinin arasında parlıyor Adrian ve Bruce’unkiler. Özellikle Adrian’ın Bruce’un vokaline eşlik eden gitarları enfes ve Bruce’un zayıflığını da çok iyi kapatıyor bence.
Aldatmaca: İlerleyen yıllarda Senjutsu‘yu düşünürken aklımda belirecek ilk kelime belki de. Harris’e rağmen (zaten Harris de zerre güvenmiyor bunlara) Maiden’a enerji katmaya çalışan Adrian Smith / Bruce Dickinson ikilisi Writing on the Wall, Days of Future Past, Darkest Hour gibi parçalarla albüme can suyu veriyorlar. Bu parçalar yüzünden de her dinlediğimde akıyor bir şekilde Senjutsu. Bildiğimiz, sevdiğimiz Iron Maiden hissi o kadar yüksek ki bu şarkılarda, gözü kapalı sarılıyorum Senjutsu’ya. Tabii illüzyon dağılıyor bir noktada. Neresi o nokta peki?
Albümün 35 dakikaya uzanan, üç parçalık son bölümü. Tamamı Harris’e ait (bitmek bilmeyen bas girişlerinden de anlayabilirsiniz), her biri on dakikanın üzerinde ve Iron Maiden’dan Iron Maiden dışında hiçbir şey duymak istemeyen dinleyici dışında kimseyi tatmin edemeyecek şekilde grubun diskografisinden bir şeyleri tekrar etmek, işaret etmek, ucuz bir easter egg (bakın, şu an tükettiğiniz bu şey tıpkı bir zamanlar yaptığımız ve o çok sevdiğiniz şeye benziyor mesajı vermesi için oraya konan bonus içerik gibi düşünebilirsiniz easter egg konseptini) kafasının ürünü şarkılar, tüm bunların bir aldatmaca olduğunu ortaya çıkarıyor.
Benzer şekilde söz / konsept açısından da bazı enayilikler yok değil. Senjutsu biraz Uzak Doğu pazarına oynuyor ve bu oynamayı fazla bariz ve ucuz şekilde, kör göze parmak yapıyor. Sadece görsellerden bahsetmiyorum tabii; derinlik aradığınız, metaforların altını oymaya çalıştığınız yerlerde dümdüz Çin Seddi çıkabiliyor bahsedilen duvarlar. Çin Seddi anlatan şarkıya Japonca isim koymak ise… Oldu olacak sözleri Korece okusaydı Bruce. Kabul, Iron Maiden söz ve konsept konusunda her zaman biraz basit ve bariz olandan yürüdü (savaş kötüdür demek için onlarca mektup yazdırdı askerlere Harris!) ama böyle hareketler artık biraz amatörce, baştan savma hissettiriyor bana. Promo fotoğraf bile rezalet; bir araya gelip çekildikleri bile şüpheli hatta. Söz konusu bu kadar büyük bir grup olunca ister istemez takılıyorum böyle şeylere açıkçası. Diğer tarafta körlemesine, ölümüne övenleri gördükçe daha da takılasım geliyor hatta.
Kaynak ve büyü: Harris, ölümlülük laneti onu bulmasa sonsuza dek beste üretebilecek bir kaynağa sahip. Kabul, bu kaynağın suyunda sadece belli başlı bir-iki mineral var ve bir tek bu suyu içerek sağlıklı kalmak imkansız ama hakikaten de sonsuz bir kaynak bu. Öte yandan, Iron Maiden’ın çok az kullanabildiği ama gruba gençlik iksirini içirecek ana kaynak ise hala yaratıcı, taze ve yenilikçi olmasa da bu vücut için yeni bir şeyler üretebilen kaynakları da var. Ne var ki Steve Harris Maiden’ı demir yumruğuyla yönetiyor ve Adrian Smith’in, Bruce Dickinson’ın, Janick Gers’ın katkısını her zaman sınırlı tutuyor. Onun aklında bir müzik, bir prodüksiyon var ve kimse buna karışamıyor. Şu albümdeki klavyelerden bile belli oluyor Harris’in iktidarının sorgulanamazlığı; diğer elemanların bu klavye tercihine karşı çıkmamış olmalarını düşünmek, onların müzikal birikimlerine hakaret olur zira.
Büyüyü bozacak tek adam Martin Birch gibi grubu her zaman bir adım ileri gitmeye zorlayan bir prodüktör veya gerekirse resti çekip kapıyı çarpacak kadar fikrinin arkasında duran bir Bruce Dickinson… Bu iki adamdan ilki 1992’de emekli oldu, diğeriyse artık galiba o kadar umursamıyor Maiden’ı. Bu adamların zihinlerinde hala pırıltılı, nefes kesecek bir büyü yapabilecek kaynak saklı yatıyor ama onu açığa çıkaracak kişinin önce dev gardiyan Harris’i yenmesi lazım.
Biraz da kendi hissiyatımdan bahsedip kapatayım. Şöyle bir düşününce Iron Maiden benim için (ve bence aklı başında birçok dinleyici için) son muhteşem albümünü 1988 yılında yayımlamış, değerini artık ürettiği eserlerin kusursuzluğundan ziyade belirli bir standartı tutturmasıyla, istikrar ve stabilite üzerinden koruyabilen bir grup. Haliyle 30 yıldır bir klasik veya başyapıt olarak değerlendirilebilecek bir eser yaratamamış bir grup için Senjutsu‘dan beklentim, Iron Maiden isminin ortalamasına uysa yeter seviyesindeydi ve Senjutsu, iyisiyle kötüsüyle o ortalamayı tutturuyor. Grubun bu ortalama hallerinden sıkıldığım için, tıpkı son 10 Iron Maiden albümü gibi bunu da bir daha baştan sona ne zaman çeviririm, bilmiyorum doğrusu. Tıpkı X Factor‘den Sign of the Cross‘u, Virtual XI‘den The Clansman‘i, The Final Frontier‘dan Starblind‘ı, The Book of Souls‘dan If Eternity Should Fail‘i aldığım gibi Senjutsu‘dan da birkaç parçayı alıp koyacağım cebime elbette. Iron Maiden’dan bunun ötesinde bir şey beklememeyi uzun süre önce öğrenmiştim zaten.