Aeternam – Heir of the Rising Sun
Merhaba.
Kanada’nın hak ettiği yerde olmayan gruplarından biri Aeternam. 2007’ye uzanan 15 yıllık kariyerlerinde ilk albümü Metal Blade gibi bir devden çıkardıktan sonra, artık şirket yönlendirmeleri ve baskıyla yaşamak istemediklerinden mi yoksa başka bir nedenden mi bilmiyorum, küçülüp Kanadalı bir şirketle çalışmaya başlıyorlar. 2012’deki enfes Moongod sonrasındaysa tümüyle bağımsız ve kendi imkanlarıyla albüm yapıp dağıtan bir isme dönüşüyorlar. Aynı anda tüm tuşlara basar gibi bir müzikleri var ve biraz müziğin iş kısmına odaklansalar, rahatça meşhur olabilirler.
Melodik death metali senfonik ve folk ögelerle katmanlandırıyor, dramatik ve dinamik şarkı yapıları içerisinde sunuyorlar. Oryantal ezgilerle doğuya yaklaşırken özellikle ilk dönemleri için blackened etiketini hak edecek düzeyde karanlık takılıyorlar. Hikaye anlatıcılığını da asla es geçmiyor ve kabaca MYRATH‘dan SEPTICFLESH‘e, ORPHANED LAND‘den BEHEMOTH‘a bir ton ismi andıran -haliyle de birçok dinleyici için cazip- bir müzik üretiyorlar. Yetmezmiş gibi bir de bu sene işin içine Osmanlı İmparatorluğu’nu dahil edip Doğu Roma İmparatorluğu’nun çöküşü etrafında şekillenmiş bir konsept benimsemişler. Tüm bunlara rağmen Türkiye’de bile bir avuç insan dışında pek dinleyeni çıkmaması hakikaten ilginç.
Heir of the Rising Sun, İstanbul’un fethi üzerinden Osman’ın hayalini, Fatih Sultan Mehmed’i, ecdat kere ecdadı anlatıyor. Büyük bir kırılma ve kayma yaşattığı için dünya tarihi açısından şüphesiz çok önemli bir olay İstanbul’un fethi. Fatih İstanbul’a girdiği gibi topla topla! diye masaları sandalyeleri kaldırıp Orta Çağ’ı kapatmadılar tabii ama tarihin ne tarafında durursanız durun, dünyayı kökten sarsmış bir olay gerçekten de. Ne yazık ki bugüne kadar büyük oranda basmakalıp, sıkıcı ve oryantalist bakışlarla bilgisayar oyunlarından filmlere kadar türlü türlü farklı işe konu olan bu olayı bir de Aeternam’dan dinleyelim bakalım.
Özellikle bir önceki Al Qassam albümündeki Phrygian modunu kullanma sıklığı üzerinden yapılan Behemoth karşılaştırmalarını bu defa minimumda tutabildiğimiz Heir of the Rising Sun, grubun blackened estetiğini bir kenara bırakıp senfoni ve melodi ağırlığında besteler yazdığı bir albüm. Çoğu zaman oryantal ve Orta Doğu coğrafyasına yakın duran melodiler eşliğinde ilerleyen parçalar, anlatının gerektirdiği şekilde senfonik unsurlarla desteklenip epik bir kılıfa sokuluyor. Osman’s Dream sonrası giren ilk parça Beneath the Nightfall, grubun melodik death metal tabanında müziğini nasıl çeşitlendirdiğini, albümün anlatı yönünü nasıl şekillendirdiğini görmek adına iyi bir örnek. Eğer melodik death metale daha yakın bir dinleyiciyseniz Where River Bends de yine ağırlığı buraya vermiş bir parça olarak öne çıkabilir.
Folklorik geçişler, temiz vokalli ve konuşma vokalli kısımlarla güçlenen konsept, Irene ve özellikle de The Fall of Constantinople parçalarında müzikle tamamen bütünleşip albümün zirve anlarını yaşatıyor. Irene‘deki progresif ve oryantal hava -her ne kadar biraz fazla Orphaned Land koksa da- enfes. Ana motif zaten hayli ritmik ve orkestrasyon ile beraber iyice büyüyor. 3. dakika civarındaki atmosferik kısım ve 5. dakikaya girilirken duyduğumuz davul-saz kısmıyla daha etnik taraflara geçtiğinde gücünden bir şey kaybetmiyor. Benzer şekilde The Fall of Constantinople da 11 dakikayı zorlayan süresi içerisinde bazen blast-beat eşliğinde sert yıkım anlarıyla, bazen de konuk Rébèka Girard’ın yanık sesi ve sazların melankolisiyle grubun duygu geçişlerindeki hakimiyetini gösteriyor. İşledikleri konu az buz bir şey değil ve bu büyüklüğü, görkemi müzikte de hissettirebilmek şart; bu konuda Aeternam’ı hayli başarılı bulduğumu söylemeliyim.
Sazlar, yaylılar, vokaller derken tonla konuk var albümde ve mekanik synth. katmanları atmak yerine gidip o enstrümanın ehli biriyle çalışarak organik bir tını yakalama çabasını takdir etmek lazım. Ayrıca her şarkıda bu işin suyunu çıkarıp metal tarafını boşlamamışlar; Nova Roma gibi, The Treacherous Hunt gibi gaz metal besteleri ayağı metal pedalından çekmemeyi sağlamış. Özellikle Nova Roma bir ara FLESHGOD APOCALYPSE seviyelerine çıkıyor. Fas kökenli vokalist Achraf Loudiy’nin brutal anlardaki performansı, dramatik hikaye anlatıcılığı anlarındaki kadar güçlü.
Güç demişken, albümün en zayıf tarafı davul ve bas gitar herhalde. Bas gitar neredeyse hiç duyulmuyor ve bestelerde de alan verilmemiş; fakat davulun da bu kadar hacimsiz ve cılız kalmış olması albümden aldığım keyfi ve dinleme süremi düşürdü epey. Katman katman onlarca enstrüman var ve bunları doğru miksleyip nefes alan bir prodüksiyon çıkarmak kolay değildir mutlaka ama kesik çiftkrosoğlu davullarla yardıran anlarda, “Türkler geliyor lan kaçın!” paniğini yansıtan azman blast-beat ritimlerinde bile o gazı, coşkuyu geçiremiyor davul maalesef.
Çok spesifik birkaç grubun harmanı Aeternam ve bu anlamda bana blend viskileri anımsatıyor. Biraz viski dünyasına hakimseniz kaliteli bir blend tadı alabilirsiniz bence Heir of the Rising Sun‘dan. Belki onu oluşturan o single malt viskilerin karakteristik tatlarını %100 oranda bulamayacaksınız ama hepsinden biraz biraz, toplamda damakta hoş bir lezzet bırakacak Aeternam. Ha, ben yine gider Mabool‘umu açar, The Great Mass‘imi dinlerim ama Aeternam da paletimi genişletmemi sağlayan farklı bir tat olarak hafızamda yerini buldu işte. Anladınız ya bence.
Bu senenin en severek dinlediğim işlerinden biri gerçekten. Özellikle Irene sürekli dönesim gelen şarkılardan.
Çok güzel gerçekten. Senfonikliği göze sokarcasına ön plana çıkmıyor, metal dozu altyapı seviyesinde değil. Her şey bir şekilde hikaye anlatımına hizmet ediyor.