Saints ‘N’ Sinners – Rise of the Alchemist: Veya Endişelenmeyi Bırakıp Bombayı Sevmeyi Nasıl Öğrendim? (2)
Zor.
Türkiye’de her şey çok zor. Sadece ekonomi veya siyaset perspektifinden söylemiyorum; insanın ta kendisi yüzünden zor. Olandan çok olmayana odaklı, tahammülsüz, cahil ve sevgisiz bir toplumuz. Ne sosyal ilişkilerimizde ne de iş ilişkilerimizde olması gerektiği gibi ile uzaktan yakından alakamız yok. Değişim, dönüşüm, gelişim gibi kavramlar konumuz bile değil zaten ve yapabildiğimiz en büyük şey bende yok, onda da olmasın! hasetiyle el ele tutuşup Titanik batarken çalınan kemanlar eşliğinde şarkılar söylemek. Bu dönemmiş, o dönemmiş diye ayırmadan söylemek lazım ki bu toplumda hiçbir şey, hiçbir zaman kolay değil; bu nedenle Türkiye’ye ve insanına rağmen bir şeyler yapabilen, akıntıya kürek çekebilen herkese saygı duyuyorum.
Sevmek ise başka bir mesele.
Sevgisiz toplum gerçeğinin kabulüyle birlikte kendimin de çeşit çeşit huysuzluk, kıskançlık, kompleks, adına ne derseniz deyin, donanmış, tembelliklerine bahane bulma konusunda uzman ve her zaman göreve hazır bulunduğunu kabullenmiş durumdayım. Yapabileceğimin yarısını yapıyorum ancak ve bunu da e daha ne yapalım kardeşim, diye üstten üstten anlatıyorum kendime. Bununla birlikte kendi ölçütlerim doğrultusunda bir şeyi beğenip beğenmeme durumum üzerinden aklıselim olduğunu düşündüğüm fikirler yürütebiliyor, en azından toplumun büyük bir kısmının aksine sebeplerimi açıklayabiliyorum. Kibirdir bu da belki ama çift haneli sayıda kitap okuyanın otomatikman milyonlarca insandan daha üstün olabildiği bir toplumda diğer tüm mücadelelerle birlikte kendi dandik kibiriyle de savaş halinde olması doğaldır insanın.
Dünyada ise koşulsuz sevgi veya nefret üzerinden ilerleyen, sosyal medyanın beslediği kutuplaşmanın dikte ettiği bir kültürel dikotomi hakimiyeti söz konusu. Bir şey ya X ya da Y olabilir, başka bir seçenek yok artık. Bizdeki eş-dost kayırmalar, aman laf etmeyeyim de tadımız kaçmasınlar, aman ekmeğimiz bölünmesinler, ya tarafsın ya bertaraflar, önümüze gelene bir tekmeler ile birleşince iyice tehlikeli bir kültürel dönüşüm içindeyiz. Zaten hep istisnaydı bu toplumda ama artık ortada durmak, herhangi bir meseleye uzaktan bakmak gibi bir seçenek kalmadı ve bu yüzden hiç kimse kolay kolay ağzını açamıyor herhangi bir konuda. Açan da eğer X veya Y’den bahsetmiyorsa çoğu zaman ya afaroz ediliyor ya da hızlıca dışlanıyor.
Geçtiğimiz günlerde THRASHFIRE‘dan Burak’ın bir paylaşımına denk geldim. Grubun metal tarihine geçen Japonya konseri sonrası bazı çevrelerde grubun bu konseri ayarlamak için kimi numaralar çevirdiğine, elemanların önden Japonya’ya gidip ortamı hazırladığına, cebinden para harcadığına dair dedikodular dönüyormuş. Sadece bu kadarını bildiğim için nasıl ve kimler tarafından böyle bir şey çıkarıldığı hakkında hiçbir fikrim yok. Hatta belki de tanıdığım, belki de sevdiğim insanlardır ama artık bu seviyelere düşüldüyse işimiz iş. Burak da ne yapsın, uçak parası için hesabıma yaptıkları transferin çıktısını alıp onunla mı gezeyim abi ben, gibi bir noktaya gelmiş. Hayır, kentrilyon Japon yeni harcayıp tüm hadiseyi kendileri organize etmiş olsa ne fark ederdi, ondan da emin değilim. Ne demeli, bilmiyorum.
Bunu anlatmamım sebebiyse söylediğim şeylerin metaldeki yansımaları hakkında bir örnek sunmak. Metali sadece bir kişinin, bir grubun, bir otoritenin veya mecranın kazanabileceği bir yarış olarak görüyor, nasıl ki milyonlarca doları çeviren büyük takımlar biri olmadan ötekinin hayatta kalamayacağını, satmaya çalıştıkları şeyin parçaları olduklarını göremiyorlarsa biz de sadece kendi yaptığımız büyüsün, bilinsin ve diğer herkes bok yesin istiyoruz. Ay ne güzel günlerdi, diye anlatılıp durulan 90’larda da, yerel grupların pıtrak gibi çoğaldığı 2000’lerde de, yurtdışı açılımı noktasında olmadık seviyelere çıktığımız 2010’larda da bakış açımız aynı. Eğer tanıdığımız, eşimiz dostumuz değilse iş yapmak isteyeni veya güç bela bir şeyler yapanı (bkz. ilk paragraftaki rağmenler) baltalamak için elimizden geleni ardımıza koymadığımız gibi sahne yaratma mantığını da tamamen ardımızdan anladığımız için olmayan piyasanın içinde hizipçilik kasıyoruz. Yanlış anlaşılmasın; kendimi ve Metalperver’i de tümüyle dahil ederek söylüyorum bunları. Aynı bokun farklı bir rengi olmaktan başka çare bırakılmadı zira.
Siteyi güncel takip eden ve okuyanlar için normal ama sırf başlıkta Saints ‘N’ Sinners yazdığı için gelenler ne diyorsun ulan değişik, diye okuyorlar muhtemelen şu an. Bu yazı aslında bir birikmenin sonucu ve maalesef Saints ‘N’ Sinners’a denk geldi. Hatta belki biraz da şu an onların etrafındaki heyecan dalgasını insanlara kafamdakileri okutmak için kullanıyorumdur. Affetsinler. Daha önce son DESASTER yazmaya niyetlendiğimde de böyle bir tuhaflık yaşamıştık ama onun aksine bu sefer grup ve albüm hakkında da bir şeyler söylemeye çalışacağım elimden geldiğince, yoksa asla bitmeyecek ve çözüm sunamayacağım kadar yerleşik/sabit problemler hakkında gev gev konuşmaya devam etmek istemiyorum ben de.
Şahsi hesabımda çok aktif olmasam da Metalperver hesaplarını da yönettiğim için Twitter’a sık sık giriyorum. Son dönemdeki Saints ‘N’ Sinners yağlamasından illallah edecek duruma geldiğimi itiraf etmem lazım. Rise of the Alchemist‘in promosunu almış (teşekkürler ilginize) biri olarak bir süredir dinlediğim ve şimdiden rahatlıkla söyleyebileceğim üzere beğendiğim albüm hakkında gökten hazretullah inmişçesine yapılan yorumların grubun imajını kötü etkilediğini düşünüyor, özellikle sosyal medyanın içine doğmuş jenerasyonlarda aga tamam, anladık, gibi bir iz bıraktığını fark ediyorum. Eni konu iyi bir power metal albümü yapmışlar, ne oluyor bu kadar?
Bu öv ha övcülük eleştirisi bir kenara, olan şey şu aslında: Türkiye’de kaç tane iyi power metal albümü çıktı ki sorusu ve yazının başındaki akıntıya karşı kürek çekme işi derken Saints ‘N’ Sinners’ın o kadar da basit, sıradan bir şey olmayabileceği farkındalığı gelebiliyor beklenmedik bir anda. Kaldı ki 2002’de kurulmuş, ilk albümünü kurulduktan 11, ikincisini de ilkinden 9 sene sonra çıkarabilmiş bir grup olarak sevenlerinin, arkadaşlarının -doğal olarak grubun da- heyecanını anlamamız lazım. Grup elemanlarıyla konuşmadım, bir samimiyetim de yok hiçbiriyle ama anladığım kadarıyla senelerdir kasada bekliyormuş bu şarkılar; geç ve muhtemelen hayli güç olduysa da nihayet albümü salıp arkalarına yaslanabilmiş olmaları eminim çok iyi hissettiriyordur şu an.
Mehmet Kaya’nın tek kelimeyle kusursuz vokal performansıyla parlayan, melodik gitarların önderliğinde klavye ile derinleşip katman kazanan, çok iyi bir prodüktörlük görmüş (Deniz Tuncer sorumluymuş; bravo gerçekten) kaliteli bir power metal örneği Rise of the Alchemist. Bunun ötesinde söylenecekler ise detaycılığa, eleştiriye girecek şeyler. Haliyle de pek girilmeyen konular. Şarkı şarkı sıralayıp şunun şurasını sevdim, bunun burasını sevdim demeyeceğim tabii ben.
Bence Deniz Tuncer’in besteciliği, çok sevdiği grupların etrafında şekillenen ve yaratıcılık için uğraşmayan türden; AVANTASIA‘dan SAVATAGE‘a, IRON MAIDEN‘dan BLIND GUARDIAN – ICED EARTH taraflarına kadar tonla gruptan bir şeyler duyabileceğiniz şekilde ilerliyor. Saints ‘N’ Sinners, bütünüyle özgün bir karakter ile anılmayı hedeflemiyor belli ki ve işi aslı, power metalde böyle bir şey başarmak çok zor. Eğer sık albüm çıkaran ve çalan, grubu ekmek teknesi haline getirme niyetine sahip elemanlardan oluşsaydı bu büyük bir sorun olabilirdi ama bu işi büyük oranda keyif ve şahsi tatmin için, kendi cebinden para harcayarak yapan adamlar bunlar. Kurumsalda vardır ya hani misyon, vizyon; söz/müzik sorumlusu Deniz Tuncer’in SNS’ı heavy/power metalde gönlünce top koşturuyor. Alın size vizyon. Ha, bu sırada küresel standartları yakalayabiliyor mu? Kesinlikle evet. Yakalamayı geçtim, solluyor bile. 2022 senesinde bir saati aşan bir power metal albümünü baştan sona dinletebilmek bile büyük mesele. Fazlasına gerek var mı? Hayır, ama ah keşke olsa. Neden? Çünkü iki albümünde de görüyoruz ki Saints ‘N’ Sinners’da daha fazlasını yapabilecek, ortalığı öttürebilecek akıl ve yetenek, fazlasıyla var.
Buradaki açığı performans ve prodüksiyon ile kapatıyor Rise of the Alchemist. Yazılarda bunu tekrarlıyorum bazen ama konusuna hakim, ne yapmak istediğinden ve nasıl yapabileceğinden emin birinin elinden çıkan albümler, her detayında kendini belli ediyor. Haliyle armudun sapı, üzümün çöpü diye kurcalamanın da bir anlamı kalmıyor. Türü sevenler için sene sonu listesine rahatlıkla girebilir Rise of the Alchemist ve eğer daha sağlam bir iş gelmezse ben de eminim ki sene sonunda tekrar “power metalde de Saints ‘N’ Sinners oldu bu yıl ha, unutmayın bak!” diyeceğim.
Şarkıdan şarkıya değişen tansiyonu ve farklı gruplardan gelen ilhamı bütünlüklü bir atmosferde sunuabilmenin ötesinde, Mehmet Kaya’nın bulunduğu kabın şeklini alabilen vokali hem hayranlık uyandırıcı hem de albümün yıldızı. Özellikle Death Comes in Winter‘da iyice işi şova dökmüş. Klavye düzenlemeleri, dramatik geçişleri ve net bir Shchedryk göndermesiyle ağır toplardan biri hali hazırda ama Mehmet Kaya her şeyi bir, hatta birkaç basamak yukarı taşımış. Beste demişken; Deniz Tuncer’in de ilk albüme göre çok daha katmanlı, detaylı şarkılar yazdığını söylemek lazım. Lafı geçen parça dışında 12 dakikaya uzanan isim şarkısını dinlerken de ağzım açık kaldı. Üstelik epik/senfonik/folk/progresif dokunuşlu bu devleri çok daha radyo/konser dostu bestelerle birleştirmeyi de başarmış. İki epik, bir ballad, üç-dört de vurucu nakaratlı lokomotif parça derken albüm trafiği inanılmaz dengeli ve akıcı. Bir süre sonra Sacred Ground gibi parçalardaki vokal tekrarından sıkıldıysam da genel anlamda albümün matematiği övmeden geçmeyelim bence.
1500 kelimedir ne anlattığıma net bir cevap veremediğim için bir sonuç paragrafı yazmayacağım. Okuyana ne düşündürdüyse o şekildir diyelim. Aşağıya kaydırıp kaydırıp sadece bu paragrafı okuyacaklari için ise Rise of the Alchemist, ekstrem türlerde dünya çapında işler çıkaran ülkemizin daha minnoş metal türlerinde de potansiyel vadettiğini gösterecek kadar güçlü demek yeterli olacaktır herhalde. Göstereceğini de göstermiş zaten; KISS ile çalacaklar, daha ne olsun.
Kulağımda Saviour of the Damned’in canavar bas gitarı cang cung ederken çok bir şey düşünemiyorum artık, o yüzden hepinize iyi bir Pazar günü dileyip uzaklaşıyorum. Teşekkürler okuduğunuz için.
Kritikten önce başlıktaki Dr. Strangelove göndermesi çok hoşuma gitti :d
Elinize ağzınıza sağlık hocam. SNS hakkındaki tespitler dışında da çok iyi bir yazı olmuş.
Elinize sağlık. Şu kısma çok katıldım:
“Eğer tanıdığımız, eşimiz dostumuz değilse iş yapmak isteyeni veya güç bela bir şeyler yapanı (bkz. ilk paragraftaki rağmenler) baltalamak için elimizden geleni ardımıza koymadığımız gibi sahne yaratma mantığını da tamamen ardımızdan anladığımız için olmayan piyasanın içinde hizipçilik kasıyoruz.”
Bu sahne olayı ülkedeki metal anlamında eksikliği en çok hissedilen şey bence. Tamam Ankara’nın brutal death metal grupları var, Kadıköy’de bir şeyler oluyor ama bunlar bir türlü bir sahneye bir akıma dönüşemiyor. Çok çok iyi, dünya standartlarında albümler çıkıyor, gruplar dağılıyor dağılıyor tekrar kuruluyor, süreklilik anlamında devam edebilen çok az grup var. Buna ülke genelinde sadece metal müziğin değil muhalif her duruşun fazlasıyla marjinal kabul edilmesi, bu alt-kültürü besleyen fiziksel mekanların bunaltılması ve sürdürülemez bir tutku olması da eklenince ülkede metalcilik “evet yap, ama hobi olarak yap”tan öteye geçemiyor.
Tabii ki de marjinal bir müzikten kar beklemek biraz hayalperestlik. Dünya genelinde metal müziği bir geçim kaynağı haline getiren grupların sayısı 3 haneli değildir. Türkiye’de ise yarı-zamanlı yapılması bile bir rahatlama aracından çok daha büyük bir stres kaynağına dönüşüyor. Öyle olunca da ilk paragraftaki akıntıya karşı kürek çekmeye dönüyor olay.