Cult of Luna – The Long Road North
Merhaba.
Post-metal, sanki metal dünyasında nükleer savaş çıkmış da metale dair ne varsa yok olmuş, insanlık artık para yerine gazoz kapağı kullanıyor ve metal niyetine bazı ucube, mutasyonlu grupların çarpık müziklerini dinlemek zorundaymış gibi bir algı uyandırsa da işin aslının öyle olmadığını biliyoruz hepimiz. Yine de bu, post-metal etiketine karşı bir önyargı taşınmasını önleyemiyor maalesef. Hele ki hala 80’ler zihnile yaşayan, işi gücü SLAYER diye bağırıp Senjutsu övmek olanlar için hayli zor post-metal konuşmak. Ben de ne yapayım, bu türün tartışmasız şampiyonu Cult of Luna’nın her yeni eserinde tekrar tekrar post-metalin öcü olmadığını anlatmaya çabalıyorum. Tıpkı alternatif metal gibi post-metal de şemsiye türlerden ve altında farklı dallardan pek çok grup barınıyor. Bu nedenle kime ve neye post-metal denildiği kafa karıştırabiliyor ama henüz kendinizi bu dünyadan uzak tuttuysanız emin olun, yanlışlarda olduğunuzu belirteyim bir kez daha bu yazı vesilesiyle.
Aslında sağ olsun Cult of Luna öyle acayip işler yapıyor ki atmosferik progresif post-hardcore/sludge gibi eşşeğin tenasülü seviyesinde bir kategorizasyon karmaşasına rağmen eserleri kendi kendini anlatabiliyor hep; benim de post-metal şöyledir, böyledir diye konuşmama gerek kalmıyor pek. Tek yapmam gereken ısrar ve inatla övmeye devam edip bir şekilde bu admları dinlemenizi sağlamak ve şimdi müsaadenizle grubun geçtiğimiz hafta yayımlanan son şaheseri The Long Road North üzerinden yine bol bol Cult of Luna öveceğim.
A Dawn to Fear‘ın (ADtF) ruhani, doğal devamı gibi açılıyor The Long Road North. ADtF’ın ilk parçası The Silent Man nasıl çok kısa ve noise vari, atmosferik cızırtıların peşinde gümbür gümbür giriyorsa açılıştaki Cold Burn de bir deniz fenerinden ya da yardım çağrısında bulunan dev bir gemiden çıkıyormuş gibi hissettiren panikli şofar / düdük / boru sesleriyle açıldıktan kısa bir süre sonra Thomas Hedlund’un davulları ve insanın ruhunu dev dalgalar altında ezen Johannes Persson’un vokaliyle vakit kaybetmeden saldırıyor. İstediğinde insanı dakikalarca süründürebilen bir grubun bazen de bu kadar direkt bir tavır sergilemesine bayılıyorum açıkçası. Arkada da o ürkütücü yardım çağrısı devam ediyor bu arada ve gerim gerim geriyor insanı daha ilk dakikalardan. Siz Hans Zimmer misiniz, siz Nolan filmine soundtrack mi yaptınız kardeşim, nedir bu tansiyon böyle.
Her zaman sudan, suyun hareketinden ve ona ait mitlerden ilham alan Cult of Luna, yine hem müziğinde hem de sözlerinde ver etmiş sembolü, ver etmiş metaforu. Özellikle yavaş yavaş toplanan, bir yandan da ufuk çizgisini karartan fırtına bulutları gibi ağır ve kendinden emin hareketleriyle An Offering to the Wild, hem süre hem de albümdeki yeri itibariyle grubun The Long Road North‘ta ne yapmak istediğini çok iyi aktarıyor. Şarkıda tek bir an bile boş geçmiyor ve devamlı bir devinim, dalga hareketi tadında bir sonsuzluk, akışkanlık hissettiriyor. 70 dakikaya uzanan albüm de süresine rağmen aynı karakteri gösteriyor ki zaten Cult of Luna’nın en büyük mahareti, neredeyse bir saatin altında hiçbir işi olmamasına rağmen ne doldurma pasajlara ihtiyaç duyması ne de bu sürede bir tutarsızlık, güçten düşme hali hissettirmesi olsa gerek. Sonsuz bir döngüde, vurdukça vuruyor ruhun kayalıklarına, sert dalgalarını. The Long Road North ise bu anlamda şimdiye kadarki en güçlü işlerinden biri. 25. yılına girerken hala bu kadar keskin olabilmeleriyse, ne bileyim.
Psikodeli paletinden aldığı boyaları hunharca etrafa saçmaya devam ediyor Cult of Luna; grubun uzun kariyerinin geldiği son noktada bazı farklılıklardan bahsedeceksek önce bunu söylemek gerek. İsim parçasının giriş bölümü, şaşırtıcı şekilde baştan sona sakin Into the Night (ismiyle de müsemma), geçtiğimiz yılların beğenilen filmlerinden Hereditary, oyun dünyasını sallayan Red Dead Redemption 2 gibi yapımların müzik departmanlarında çalışmış Colin Stetson’ın saksafon ve lirikon ile yarattığı acayip atmosfer (Beyond II) derken o denizin ıssızlığı, kafayı da bulandırıyor demek ki. Bunun dışında yumuşak-sert geçişleri arasında artık sınır mınır bırakmamışlar. En sevdiğim ve herhalde onlarca defa dinlediğim An Offering to the Wild‘da bile Johannes’ın hardcore soslu bağırışları girene kadar, müziğin beni o katarsis seviyesine taşıdığını fark edemiyorum kolay kolay. PINK FLOYD vari bir şekilde, çaktırmadan taşıyor insanı. An Offering to the Wild‘ın patlayıcı sonundan The Long Road North‘un ilk dizelerine kadar geçen 13-14 dakika, Cult of Luna’nın giderek daha sofistike ve eklektik bir şeye dönüştüğünün habercisi olarak artık kıyaslamada Pink Floyd gibi isimleri anmama neden olmaya başladı, sonumuz hayır olsun.
Denizi, yüzmeyi sevenlerin belki empati kurabilecekleri bir şey anlatayım size: Bazen (hele de çok dalga yoksa) su üzerinde kollarımı açıp, gözlerimi kapatıp, kulaklarım suyun altında kalacak şekilde kımılmadan yatmayı çok severim. Suyun basıncıyla kulağımdaki o hafif uğuldama, suyun vücudumu hafif hafif hareket ettirmesi hoşuma gider. Çocukluğumdan beri yaptığım bir şeydir denize girdiğimde. O esnada da gözlerimi kapamadan hemen önce mutlaka kendi konumumu bellemeye çalışırım kafamda. Sonraki birkaç dakika içerisinde suyun beni nereye savuracağını, güneşe veya kıyıya göre nasıl bir pozisyonda kendimi bulacağımı merak ederim çünkü. Her seferinde bir şekilde şaşırtır su beni; kıyı karşımdadır diye gözümü açtığımda uçsuz bucaksız denizi görür, güneş solumda kalmıştır dediğimde karşımda bulurum. Cult of Luna müziği de benim için böyle biraz; gözünü kapatıp dalıyorsun ve asla tahmin edemeyeceğin yerlere sürüklüyor. The Long Road North şimdiden 2022 listemin üst sıralarından birini işgal altına aldı. Yıl sonunda belki ilk mevzisini kaybedip biraz geri düşecek ama ruhumla savaşını sürdüreceğini ve nihayetinde de kazanacağına eminim. Cult of Luna ile tanışıklığı olan herkesin kaderi, üç aşağı beş yukarı bu değil mi zaten?
90/100
Metalperver’e destek olmak için aşağıdaki düğmeye tıklayıp PATREON sayfamıza göz atabilirsiniz: