Epica – Omega
Merhaba.
Metalperver’de her gün konuştuğumuz türlerden biri değil belki ve senfonik power/gotik metal türünün takipçisi değilseniz içerisindeki dramalara hakim olamayabilirsiniz ama biraz AFTER FOREVER konuşarak başlamak istiyorum izninizle. 1995’te kurulan ve bir şekilde 2009’a kadar devam eden grubun bugün senfonik metalde başı çeken birçok ismin ilk yuvası olduğunu biliyor muydunuz? Örneğin grubun ana bestecisi konumundaki Mark Jansen, grubun gidişatından memnun olmadığı için oradan ayrıldıktan sonra kuruyor Epica’yı. Grubun bütün albümlerinde mikrofonda yer alan, 1997’den dağıldığı güne kadar grupta kalmış Floor Jensen ise, Tarja’nın ayrılığı sonrasında bir türlü dikiş tutturamayan NIGHTWISH‘e katılıp gruba seviye atlatıyor. Kısacası bugün bu türü yöneten, hatta kimilerine göre hala gündemde kalmasını sağlayan yegane iki grup, bir anlamda After Forever sayesinde şu an bulundukları noktadalar.
Bugün odaklanacağımız Epica, Mark Jansen’in vizyonu, Simone Simons’ın sesi ve varlığı sayesinde bu müziğin en büyüklerinden biri artık. 2003’ten beri iki, üç yılda bir yeni bir albüm yapmaya devam etmeleri, hit parçalara sırt yaslamadan üretmeye sürdürmeleri, her albümde yeni bir şeyler denemeleri takdire değer olmakla birlikte aslında bütünüyle etkileyici olmayı başaran bir albümleri olmadı benim için. Birkaç hafta önce yayımlanan Omega‘yı ise biraz etrafındaki küresel heyecan dalgası, biraz da metalde devamlı kendime kafa tutma motivasyonum sayesinde merak edip açtım; fakat beklentisiz dinlediğim albüm, parça parça sevdiğim Epica’nın açık ara en çok dinlediğim, en uzun süre ilgilendiğim albümü oldu bile şimdiden. İnanır mısınız, ben de şaşkınım biraz.
Omega, grubun 2014’te başladığı bir üçlemenin son halkası. 2016’da çıkan The Holographic Principle sonrasında Hollandalı topluluk bugüne kadarki en büyük turnesini gerçekleştirmiş, bir anlamda kariyerinin zirve noktasına ulaşmıştı. Bununla beraber senfonik metalin herhangi bir konuda doygunluğa ulaşması veya alçak gönüllü olması beklenemez tabii, o yüzden de aynı şatafat, güç ve prodüksiyon algısıyla yoluna devam ediyor Epica da. Metafizik ve varoluşun sonsuz döngüsü üzerine kurguladığı serinin son bölümünde de Devlet Tiyatroları’nın görkemli prodüksiyonlarını (özledik ya) aratmayan bir lüks ve gösteriş eşliğinde, kariyerinin en dengeli, en olgun bestelerinden bazılarını barındıran bir dakika sunuyor.
Kişisel gelişim, empati, farkındalık, hassasiyet ve çevre duyarı gibi zamansız kavramlar üzerinden şekillenen sözlere, albümün felsefesine çok odaklanmayacağım; çünkü hem aklı başında çoğu insanın zihninde yankılanması, uçuşması gerektiğini düşündüğüm fikirleri düzgün cümleler haline getirmenin ötesine geçemiyor pek hem de akıp giden bestelerde vokal bir yandan mesaj veren, dinleyiciyle konuşan bir enstrüman olmaktan çıkıp kompozisyonun, müziğin içine karışıp bütünleşiyor diğer unsurlarla.
Omega‘nın en büyük marifeti de bu akıcılık zaten. 70 dakikayı aşan süresine rağmen tempo, trafik ve düzenleme konusunda kimse eline su dökemez herhalde. İlk paylaşılan Abyss of Time – Countdown to Singularity – dörtnala tempoyu orkestral yaklaşıma yedirip senfonik metalin kural kitabındaki bütün maddelerin üzerinden geçiyor tek tek: Güzel & çirkin ikiliğinden beslenen, türün olmazsa olmazı vokal performansları, müzikte call and response denilen, enstrümanların alışverişine dayalı akılda kalıcı melodiler ve müziğin metal sınırında kalmasını sağlayan hızlı davullar derken albüm ilk büyük darbesini ilk parçadan indiriyor. Ardından gelen The Skeleton Key ise hem orta tempolu yapısı, hem Simone’un dramatik vokalleri hem de çocuk korosu derken o hızlı, coşkulu girişten sonra albümün havasını keskinleştirip ciddileştiriyor ortamı.
Zorlu bir yolculuğun sonunda macerayı başarıyla tamamlamış olmanın veya yolculuğun ortasında yaşanan güçlüklerin ardından gelen bir tür aydınlanma haliyle olgunlaşıp rahatlamanın getirdiği bir olgunluk, inanmışlık var Omega‘da ve konsept dışına çıkıp müziğe bakınca da Epica’nın artık bu tür dahilinde neyi nasıl yapması gerektiğini çok çok iyi bildiğini, bu hakimiyet sayesinde de kendinden çok emin hareket ettiği anlaşılıyor. Özellikle 14 dakikaya yaklaşan Kingdom of Heaven Part 3 – The Antediluvian Universe‘te belli bir motife bağlı kalınmasa da çoğu fikir en basit, en net hallerinde sunuluyor; böylece senfonik metalin dramatik etki ve müzikal görkem yaratmak uğruna zaman zaman içine düştüğü gereksiz kalabalıktan sıyırıyor kendini. Coen Janssen’in kısa piyano solosu bile solo gibi hissettirmiyor. Tamamı Simone Simons’ın büyüleyici sesi üzerine kurulu, yapısı ve sözleriyle bir çeşit meditasyon havası yaratan Rivers‘ın sadeliği de yine Epica’nın besteciliğin ne kadar geliştiğini gösteriyor. Şu parça grubun ilk döneminden bir albümde olsa görkem, ihtişam, epiklik derken boğulur giderdi eminim ana fikir. Bir tek şu çocuk korosu işine pek alışamıyor gibiyim ben metalde, söylemem gerek bunu. Tüm havası değişiyor şarkının birdenbire.
MYRATH vokalisti Zaher Zorgati, ancak 6. parça Code of Life‘da kendini gösteriyor belki ama Epica’nın Doğu müziğinden aldığı ilhamı görmek için o kadar beklememize gerek kalmıyor. Seal of Solomon‘un veya kısa ama dolu dolu Gaia‘nın orkestrasyonu, Code of Life‘a hazırlıyor dinleyiciyi adeta ve bir anda Myrath havaları esmeye başladığında şaşırmıyor kimse buna. Albüme konuk alacaksanız böyle alın hakikaten. Kapanıştaki Omega – The Sovereign of the Sun Spheres ise grubun diskografisinin özeti gibi neredeyse. Bestecilik ve performans anlamında herhalde sadece Mark Jensen’in sert vokallerini beğenmedim ama onu da 20 senedir beğenmiyorum zaten, yeni bir haber değil bu. Sesi oturmamış, liseli bir gencin heyecanlı ama cılız denemeleri gibi tınlıyor çoğunlukla, keşke diğer elemanlara bıraksa tamamen şu işi.
Bu sene Epica albümüne bu kadar zaman ayıracağımı, Omega‘nın beni bu kadar oyalayacağını ve etkileyeceğini beklemezdim açıkçası. Grubun bir fikre takılıp insanı baymayan, konsept bağlayıcılığına rağmen maceracı takılabilen besteciliği, arka plandaki orkestranın kalabalığına rağmen iskeleti hep sade ve basit tutma yaklaşımı, albümün müthiş akıcı temposu derken her defasında usta sıfatını sonuna kadar hak eden bir zanaatkarı işinin başında izler gibi dinleyip büyük keyif aldım albümden. Bir önceki The Holographic Principle‘ın benim için biraz fazla radyo dostu, pop hallerini de düşününce Omega ilaç gibi geldi. Böyle yapacaksanız beş sene beklemeyin yahu; en geç iki-üç sene içerisinde yeni albüm haberinizi bekliyorum, ona göre.
86/100
Patreon’da hedef: 24/25
Metalperver’e destek olmak için aşağıdaki düğmeye tıklayıp bir göz atabilirsiniz:
Metalperver sayesinde sürekli muhteşem albümler keşfediyor, playlistime altınlar ekliyorum. Böyle bir girişimcilikte bulunduğun için teşekkürler Korhan!
🤘🤘🤘
“Çevre duyarı” değil de “çevre eleştirisi” demek lazım.. Bıyık altından dalga geçilecek bir konu değil.
Ayrıca “odama gel Simone” esprisini eleştiriyorum.. Açıklamaya bile gerek yok.. Böyle şakalar, bir kültürü besliyor, o lanet edilen kadın cinayeti, şiddeti, tecavüzü haberlerini duymaya devam etmemizi sağlıyor. Toplumdaki yaygın muhabbetin ‘şekli’ önemli işte..
İlk söylediğini anlamadım. Çevre duyarı ile çevre duyarlılığı arasında anlam bakımından bir fark mı var benim bilmediğim? Ben dalga geçmek gibi bir maksatla yazmadım ama öyle anlaşılıyorsa düzelteyim.
Son söylediğinde ise %100 haklısın. Düşününce ben de ürperdim biraz. Düzelttim ama senin yorumun haklı bir uyarı olarak hem aklımda hem burada duracak, teşekkürler.
“Eleştiriyor” demek yerine “duyar kasıyor” tabiri, sosyal medyada, sözlükte falan yaygın gördüğüm şekilde eleştireni ve eleştirisini alaycı şekilde iğnelemek için kullanılıyor. Sığ ve yaygın muhabbetlerinde hiç alışık olmadıkları açıdan bakılıp da, detayın detayı bir eleştirel tespitle çıkış yapana da “Ooof ağır duyar kasmış” gibisinden söylerler hatta.. Buna benzettim. Gerçekte dalga geçme maksadı olmamasına ve ciddiyetle eleştiri karşılama, gerekirse özeleştiri yapma tavrına, gerekirse silip düzenleme samimiyetine de mutlu oldum. Üretimlerinize selam, takibe devam. 🙂
Geri bildirim: Metalperver Haftalık – Metalperver