…And Oceans – As in Gardens, So in Tombs: Veya Endişelenmeyi Bırakıp Bombayı Sevmeyi Nasıl Öğrendim? (3)
Devletin malı deniz, yemeyen keriz.
Bir Metalperver geleneği olduğu üzere her yazıya okura selam vererek başladığımı biliyorsunuzdur. Son bir hafta, on gün içerisinde kaç defa “Merhaba.” yazıp alt paragrafa geçtikten sonra dakikarca o yanıp sönen imleci izlediğimi hatırlamıyorum. Bugünlerde yaşamak hakikaten çok zor ve ben de birçokları gibi otomatik pilot modunda, var olmak haricinde yaşamaya dair kayda değer bir şey yapmadan süzülüyorum öylece. Korkunç bir acı yaşıyoruz ama öyle bir noktaya gelindi ki öfke, bu tarifi çok zor acının bile üzerine çıkıyor.
Bir yandan, yakamızdan düşseler olduğumuzdan kat be kat iyi noktaya çıkabileceğimizi gösteren bir birlik duygusuyla hareket edilmesi umutlandırıyor elbette ama ne yalan söyleyeyim, memleketin YouTuber’a, müzisyene, basketbol yorumcusuna, tiyatrocuya, dijital içerik üreticisine kaldığını görmek benim çok zoruma gidiyor. Gençliğe Hitabe diye bir gerçek var, evet; fakat Atatürk bile bu kadarını öngörebilmiş midir o cümleleri kurarken, emin değilim. Zamanında iyi-kötü çalıştığını ve toplumsal kriz anlarında devlet-millet arasındaki bağı kuvvetlendirecek doğru hamlelerde bulunabildiğine şahit olduğum kurumların bugün tümüyle işlevsizleştiğini izlemeye yüreğim yetmiyor. Sosyal medyası, televizyonu ve sokağıyla birlikte artık hayatın her anında bir başka basiretsizlik, bir başka bencillik, ihmalkarlık ya da vurdumduymazlık rezaletiyle bir yaşamın daha solduğu haberini kaldıracak psikolojide değilmişim pek.
“Bizim suçumuz yok,” algısı yaymak için özene bezene videolar hazırlayıp ağız birliğiyle “asrın felaketi” pazarlamasına kastıranlardan, vatanının toprağındaki felaketin boyutları hakkında bilgi almak için eli telefona gittiğinde önce “ulan bunlar X partiden miydi Y partiden miydi, ona göre kontör harcamayalım boşuna,” hesabı yapanlardan, yarım tırlarının, ekpimanlarının üzerinden logo sökenlerden, koltuğumdan olurum kaygısıyla etrafındaki insanların yardım çığlıklarının arasından “hiçbir ihtiyacımız yok çok şükür,” açıklaması yapabilenlerden, bir kurdun sıçtığı bok kadar bu hayata bir kıymet katamamış sözüm ona milliyetçi liderlerden, milletin parasını millete bağışlarken kasım kasım kasılanlardan bir hayır zaten beklemiyorum da… İnsana dokunuyor işte arkadaşlar. Bir de ben çok şanslı bir kesimdenim; Ankara’da milim sallanmadan ve görece çok az kayıp yaşayarak bu haldeysem depremde sevdiklerini veya evini, malını kaybedenler şu an ne hissediyorlardır, tahmin bile edemiyorum.
Kendi akıl ve ruh sağlığım için yavaş yavaş kişisel gündemsizliğime geri dönüp yeni çıkan albümlere, oyunlara, film ve dizilere dalarak bu dünyadan uzaklaşmak niyetindeyim. Nasıl ki sizler kalkıp işe gitmek zorundaysanız ben de bir noktada albüm inceleme işine geri dönmeliyim. Bu dönemde yaptığımız her sıradan şeyde bir suçluluk hissi hasıl oluyor ama bir şekilde hayat devam etmeli. Her ne kadar başarabileceğimden emin olamasam da başlığa yazdığım üzere yeni …And Oceans albümü As in Gardens, So in Tombs hakkında da bir şeyler karalamak istiyorum müsaadenizle.
Milletimizin başı sağ olsun.
Günü geldiğinde umarım böyle zamanlarda hissettiğimiz öfkeyi unutmayız.
90’ların 2. yarısında peydah olup kısa sürede geniş alanda etki yaratan senfonik black metal, kısıtlı imkanları dolayısıyla birçok grubun çöküşüne tanıklık etmemize neden oldu. Kariyerinde bir-iki senfonik black metal başyapıtı bulunan pek çok isim bugün bambaşka işlerle yoluna devam ederken bazıları tümüyle tarihin tozlu sayfaları arasına gömülmüş durumda. Finlandiyalı …And Oceans da 1995 – 2005 arasında bu müziğin kıymetli eserleri arasında gösterilen işlere imza attıktan sonra yeni milenyumla birlikte endüstriyel/elektronik diyarlara yelken açıp önce adını değiştirmiş, sonra da tümüyle dağılmış bir isim. Buna karşın 2017’deki birleşmenin ardından gelen ilk albüm Cosmic World Mother, 2020’de çıkan tonla albüm gibi biraz da pandemiye kurban gitmesine rağmen grubun hevesini, açlığını göstermişti. Zaten yıllar sonra birleşip o eski günlerin tutkusunu yakalamaya çalışan birçok grup, taze bir şeyler koyabiliyor ortaya ve son 6 yılda görüyoruz ki …And Oceans da bu konuda bir istisna değil.
Malum sebeplerden ötürü yeni albüm dinleme şevkim epey düşük ve bu tip zamanlarda insan güvendiği, tanıdığı şeylere yöneliyor daha çok ama son iki haftayı tek bir albümle geçirmemin bir nedeni de As in Gardens, So in Tombs sayesinde başka bir albüme ihtiyacımın kalmaması. Açık açık söyleyeyim o zaman: Öyle 100 tane, 1000 tane dinlemedim belki ama …And Oceans, şu ana kadar 2023’te dinlediğim en iyi albüme imza atan grup oldu.
Senfonik black metal, black metalin ciddi ve mesafeli duruşunun çok çabuk bozulabildiği bir tür. Uzağa gitmeye gerek yok; DIMMU BORGIR veya CRADLE OF FILTH‘in yıllar içindeki farklı hallerini gördük hepimiz. Teatral unsurların suyunun çıkarılması, abartılı imaj çalışmaları ve müzikte senfonik altyapının metalin önüne geçmesi derken o hassas denge hızlıca kaybolabiliyor. Eh, herkes de bir EMPEROR değil tabii. İşin metal tarafının klavye katmanları arasına gömülmediği, atmosfer ve biz şeytaniyiz brom, havası yaratmak uğruna türlü maymunluklara başvurulmayan senfonik black metal albümü bulmak kolay değil. Tam da bu nedenle As in Gardens, So in Tombs‘u dinleye dinleye bitiremedim bir süredir.
Neredeyse 20 yıla yakın zamandır FINNTROLL‘un mikrofonundaki Mathias Lillmåns, sonsuz enerji olarak özetlenebilecek konsept üzerinden haykırdığı sözlerle, belki de Finntroll adını duyup şüpheye düşecek olanları terse yatıracak bir agresiflik katıyor. Vokal performansıyla öne çıkan bir albüm değil belki ve bana sorarsanız bir noktadan sonra o enfes gitarların, klavye melodilerinin arasında kayboluyor ama yine de müziğin ihtiyaç duyduğu şeyi verebilmiş Lillmåns. Bu anlamda değerli.
Grubun orjinal kadrosundan geriye kalan gitar ikilisi Timo Kontio ve Teemu Saari, thrash tabanlı riflerle atmosferik denebilecek, görece sakin melodiler arasında çok iyi bir denge yakalamış. The Collector and His Construct‘ın dörtlüklerindeki veya Carried on Lead Wings‘in açılışındaki gibi gergin, sıkı rifler Lillmåns’ın vokaliyle birleşince black metal tarafında aç kaldırmıyor insanı sofradan. Tam yerindeki d-beat geçişleri, sürekli hızlı ve aktif, ufak zillerle (splash, stack) süslenen davulların da hakkını verelim. Hiçbir şarkıda, hiçbir anda tembellik etmemiş …And Oceans.
Fikirden fikire zıplamalarına rağmen toplamda bütünlüğü koruyan besteler arasında yukarıda saydığım daha sert parçaların yanında Likt Törnen Genom Kött ve Inverse Magnification Matrix gibi klavye ağırlıklı, senfonik şarkılar da öne çıkıyor. Özellikle 2.si, Dimmu Borgir’in 2000 civarlarında kullandığı, Mustis’in nefis piyanosuna selam duruyor adeta. 1:00 sonrası Puritanical… dönemini anımsayıp tebessüm etmeyen bizden değildir, o derece.
Daha çiğ bir prodüksiyona, daha jilet riflere sahip olduğu için Cosmic World Mother‘ı önde tutanlar olacaktır ama ben bu hafif hülyalı, görece klavye/senfonik düzenlemelerin baskınlığının bir kademe arttığı As in Gardens, So in Tombs‘u daha çok sevdim. Her parçada taze, yeni bir şeyler sunmaları ve 10 parça boyunca “tamam, bunların numarası da buymuş,” doygunluğu/bıkkınlığı vermeden devam edebilmeleri sayesinde diskografinin en tepesine yazıyorum hatta. Başka grupların 7-8 dakikalara çıkarak verebildiği epikliği 4-5 dakikalarda veriyor As in Gardens, So in Tombs. Özlülük, senfonik black metal tarif ederken kullanacağımız bir kavram değil asla ama …And Oceans el çabukluğunu, tekniği, yaratıcılığı ve atmosferi bir şişeye hapsetmiş, kaliteli parfüm gibi iki fıs sıkıp işi bitirmiş. Umarım bu yenilenmiş enerjiyi, heyecanı ve kadroyu koruyup ilerleyen yıllarda bir-iki tane daha bu ayar, modern senfonik black metal şaheseri çıkarabilirler. İştahla, heyecanla takipteyim.