Rotting Christ – Pro Xristou
Merhaba.
Hangi noktada bir grubun yeni işlerini eskilerle kıyaslamaktan vazgeçip şimdiki zamana odaklanmak gerekir sorusunun cevabı, hiçbir zaman net olamıyor. Her grup için ayrı dinamiklerin söz konusu olması bir yana, ortaya koyulan yeni eserin hedefleri, kitlesinden müzikal yaklaşımına kadar pek çok noktada geçmişten ayrılabiliyor. Rotting Christ gibi onlarca yıllık kariyere sahip, bu süreçte değişip dönüşmüş gruplar hakkında kıyas ve değerlendirmelerde bulunmak daha da zor; doğru bir mercekten bakınca dönem dönem farklı kimliklere büründüklerini, yeni amaçlar doğrultusunda ilerlediklerini görmek mümkün zira. Hal böyle olunca da örneğin A Dead Poem ile The Heretics‘i kıyaslamak, elma ile armudu karşılaştırmaya benziyor.
Resmi olarak 24 Mayıs’ta yayımlanan (fakat benim iki aya yakın bir süredir ara ara dinlediğim) Pro Xristou‘yu değerlendirirken diskografiyle yarıştırmadan, sadece içeriğe göre incelemeye çalışacağım. Bu, hem neredeyse 25 yıldır Rotting Christ’ın hayatımın bir parçası olmasından dolayı gruba duyduğum sevgi ve saygı hem de Pro Xristou‘ya haksızlık etmeme isteğim nedeniyle aldığım bir karar. Başlayalım.
Varlığını tümüyle Hristiyanlık karşıtı bir konumlandırmayla anlamlandıran ve kariyerinin hiçbir noktasında bu duruşundan taviz vermeyen Rotting Christ, Pro Xristou‘da (Yunanca İsa Öncesi), antik değerlerini ve kültürünü korumak adına Hristiyan inancına karşı koyan son Pagan krallarına saygı duruşunda bulunuyor. Defalarca albüm kapağı olarak kullanıldıysa da Thomas Cole’un İmparatorluğun Seyri: Yıkım tablosu da konsepte cuk oturmuş. Tematik açıdan çok başarılı bulduğum bu macera, Flavius Claudius Julianus gibi önemli Roma imparatorlarından mitolojik krallara uzanan bir aralıkta, tarihi figürlerin efsanevi mirasları üzerinden bir kez daha ebedi savaşta kendi saflarında yer alacak yeni savaşçıları çağırıyor.
Bu çağrı, yöntem olarak Rituals ve The Heretics ile aynı tonlarda. Atmosfer bakımından fazlasıyla epik ve müzikal açıdan Rotting Christ’ın alametifarikası diyebileceğimiz o kapsayıcılığa sahip. Heavy, gotik, black, senfonik, folk dokunuşlarını barındıran Pro Xristou, böyle sıralayınca kağıt üzerinde çok başarılı olacakmış gibi duruyor, değil mi? Maalesef değil. Hatta tersine, fecaat bir albüm bu.
Pro Xristou‘nun en büyük günahı veya talihsizliği, temasının hayal ettirdiği ölçekte bir isyan, öfke veya çatışmanın zerresini bile hissettirmeyen çok monoton bestelerden oluşması. Tolis biraderlerden Sakis, anlatıcı rolünü üstlendiği vokalistlik tarafında kariyerinin belki de en sakin, en düz performansına imza atmış. La Lettera Del Diavolo ve biraz da Yggdrasil dışında zaten agresif denilebilecek, onun yırtıcı vokalini arayan bir beste de yok gerçi ama o ağır Yunan aksanıyla, hırıltılı ve kirli tınılarla hikaye anlatıcısı rolünün dışına hiç çıkmıyor Sakis. Şarkılarsa neredeyse tamamen aynı yapıyı takip ediyor ve ne tempo, ne gitar yazımı ne de ritim bakımından bir çeşitlilik taşıyorlar. Çoğu parça, son yıllarda Rotting Christ’ın laneti olduğu üzere seyirciye tekrarlatma amacıyla yazılmış basit, ilahimsi koro kısımlarla öne çıkma peşinde. Bu vokal ve beste monotonluğu, bir süre sonra parçaların iç içe geçmesine ve konsantrasyonun dağılmasına neden oluyor.
Like Father, Like Son, Pretty World, Pretty Dies veya tamamı iki (buçuk) riften oluşan Pix Lax Dax gibi şarkılar bir yandan basitlikleriyle can sıkarken bir yandan da grubun kendi kendine intihal yapmasıyla iyice çileden çıkarıyorlar insanı. Dies Irae ile The Apostate‘in girişindeki blast-beat kısımları arkaya arkaya dinleyin bir mesela. Tecrübeli bir Rotting Christ dinleyicisinin altı üstü iki tane rifi çevirip duran Pix Lax Dax sırasında fenalık geçireceğine de bahse girerim. Sakis’in havalı havalı konuştuğu bir kısım, koro, klavye, tepe noktasına varamadan sönümlenen inşa çabaları, ana riften modüle edilmiş acıklı bir solo, koro, klavye; 46 dakika boyunca bunu devam ettirirken ne düşündünüz sevgili Tolis ağabeylerim, gerçekten meraktan soruyorum ya.
İşin sinir bozucu tarafıysa Rotting Christ’ı sevme sebebimiz olan birçok şeyin temelde hala orada olduğunu gösteren parçacıkların şarkıların bir yerlerinde belli-belirsiz kendilerini göstermeleri. Özellikle marş vari bari orta-tempoya yerleştirilmiş, tekrardan ve yumrukların havaya kalkmasından güç alması tasarlanan şarkılar, Foris Benardo, Jens Borgen, Tony Lindgren gibi yetenekli isimlerin prodüksiyonuyla kusursuz duyuluyor. Sakis’in vokali her zaman tutkusundan, arkasındaki inançtan (inançsızlıktan diyelim) beslenmiştir ve The Apostate, The Sixth Day veya Saoirse gibi parçalarda o hırstan, alevden bir şeyler duyabilmek oldukça keyifli. Kimi rifler de geçişin görkemli zamanlarından izler taşıyınca insan yine hayıflanmadan, çok daha iyi olabilirmiş düşüncesine kapılmadan duramıyor.
Rotting Christ’ın ekstrem metal dünyasındaki ağırlığı, böylesine basite indirgenmeyi kabul etmiş bir besteciliği, bu kadar ucuz albümleri hak etmiyor. Sakis’in artık daha çok heavy metal dinlediğini, bu yaşta 30’luk delikanlılar kadar hızlı çalamadıklarını ve o eski gazın, öfkenin yerini farklı duyguların aldığını biliyoruz -ki bunların bir kısmını kendi ağzından da duyabilirsiniz sağda solda. Yine de ekstrem metal tarihine adını altın harflerle yazdırmış, büyük saygı gören ve sevilen Rotting Christ markasıyla gelinen bu noktada ben artık ne grubu savunabiliyor ne de bugünlerine üzülüp sinirlenmeden, rahat rahat eskileri dinleyebiliyorum. Deniyormuş gibi görünen ama aslında hiçbir şey ortaya koymayan, tamamen ekmeğinde bir Rotting Christ, kabul edebileceğim bir şey değil benim. Elbette birileri sevecek, birileri tekrar tekrar dinleyecektir ama her şey sona erdiğinde on yıllarca grubun yanında durmuş, desteklemiş hayranların birçoğunun ağzında kekremsi bir tat kalacak.
Rotting Christ’ın mirası bu olmamalı.
Çok sık albüm çıkaran bir grup için fazla eleştirel bir yazı olmuş. Dünden beridir 3. dinleyişim baştan sona. Hikayeleriyle birlikte akıp gidiyor. Çok klişe bir RC albümü evet ama asla sıkıcı değil. İlerledikçe sapıtan (bakın hala ölmedik, en sıkı riffler bizde) albümlerden ziyade çizgisini korumasını yeğlerim ki bir grubu diğerlerinden ayırabilsin.
Rotting Christ adını yaratan muhteviyatın ana malzeme yerine garnitür olarak kullanıldığı bir albüm olmuş.
Göte göt denilmiş yine. Eline sağlık abi.
Bir bilgi de ben bırakayım, Ankara Ulus’ta semtin simgesi haline gelmiş ve hala ayakta duran meşhur Julianus Sütunu da albümde adına şarkı yazılan ve Hristiyanlığı reddedip Helenizmi tekrar yüceltmeyi amaçlayan Julian tarafından dikiliyor Medler üzerine sefere giderken.
Onun dışında, singlelar beni hiç açmamıştı ve ne geleceğini aşağı yukarı tahmin ediyordum. Bu sene kabaca çağdaşları olan My Dying Bride inanılmaz bir işe imza atmışken ben de albümü kolaya kaçmış buldum.