Wayfarer – American Gothic
Merhaba.
Altı sene kadar önce tanıştığım Amerikalı atmosferik/folk black metal grubu Wayfarer, o dönem için tanıtılmaya muhtaç ve yeni bir şeyler deneyen potansiyelli gençler kategorisinde değerlendirilebilecek türden bir isimdi. Aradan geçen sürede, özellikle de 2020’de çıkan A Romance With Violence itibariyle Wayfarer hem potansiyelini gerçekleştirerek black metal dünyasında parmakla gösterilecek bir biriciklik elde etti hem de kitlesini genişletmeyi başardı.
Nasıl bir biriciklikten söz ediyorsun derseniz Wayfarer’ın Vahşi Batı ile İskanvinavya black metalini harmalayan eşsiz atmosferinden, çok daha farklı enstrümanlardan duymaya alıştığımız melodilerin black metal taramaları arasına yedirilmesinden, rustik bir epiklikten konuşmak gerekir ki Worlds Blood çıktığından beri düzenli aralıklarla yapıyorum bunu.
A Romance With Violence ile iyice rafine hale getirdikleri folk/black metal sentezi, American Gothic‘te de artık imzalaştırdıkları hareketleriyle devam ediyor. Black metal, varmak istediklere yere ulaşırken kullandıkları bir araç aslında ve yolda farklı duraklardan topladıkları pek çok şeyi de yanlarında taşıyorlar. Zaten Vahşi Batı zamanlarının o canı ardında halini, hakikaten vahşi taraflarını ve tekinsizlik ortamını hissettirmek adına black metal bence çok iyi bir tuval ve Wayfarer da karanlık, black metalci bir Bob Ross’un çizeceği türden manzaralar resmediyor bu tuvale.
Western melodileriyle black metal pratikleri iç içe çok yakışıyor ve tematik açıdan bir bütünlük sağlıyor. Aslında devamlı Vahşi Batı muhabbeti, rahatlıkla bir gimmick olarak algılanabilir ama Amon Amarth’tan vikingliği alsanız geriye ne kalır sorusunun bir benzerini Wayfarer’a sorduğunuzda grubun eli pek de zayıf görünmüyor. Black metal, post-metal, blues, folk, sludge derken pek çok türe dokunan, eklektik bir müzik üretiyorlar ve bunu da Western kalıbına oturtuyorlar. Deneyselliği, keşfi albümün 2. yarısına bırakmışlar daha çok ve mesela ilk iki parça, agresif/öfkeli bir black metalin nasıl 19. yüzyıl sonlarında bir saloon‘da yankılanabileceğini enfes örnekliyor.
Albüm ilerledikçe hem tempo düşüyor hem de deneysellik vanası giderek daha çok açılıyor. Mesela 4. sıradaki To Enter My House Justified‘ın sludge vokallerinden, post-metal havasından hayli razı olsam da bir önceki Reaper on the Oilfields‘ın efektli vokalleri ve folk gitarlarıyla birleşince black metal beklentisiyle albüme girenlerin tadını kaçıracak yerlere doğru ilerlendiğini hissetmemek zor. O harika atmosfer yerli yerinde kaldığı sürece ben halimden memnunum ama müzikal açıdan tatmin ediciliği düşüyor bu anlarda, itiraf etmek lazım.
Tıpkı önceki albümde yer alan Fire & Gold gibi yine tamamen temiz vokalin hakim olduğu, temiz gitarlı ve neredeyse ballad sayılabilecek bir şarkıya yer vermişler. 5. sıradaki A High Plains of Eulogy, sadece albümün daha da duygusal ve deneysel taraflarını öne çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda bu eklektik ve black metal olarak sınıflandırmakta zorlandığım albümü daha da karmaşık bir hale getiriyor. Ben açıkçası bir-iki dinlemeden sonra atlamaya başladım ve direkt 1934‘e geçmenin daha bütüncül bir tecrübe sunacağı kanaatindeyim ama herkesin paşa gönlü bilir tabii. İlk iki parça sonrası neredeyse 15 dakika süren, çok büyük oranda atmosferik bir gövdesi var albümün ve bu kimilerini bayabilir diye düşünüyorum.
Kuzey Amerika black metalinin özeti tadındaki Black Pumes over God’s Country (AGALLOCH adını bırakalım şuraya) ve mükemmel atmosferini sabit çift bas pedallı davullar ve değişken vokaller üzerine kuran kapanış False Constellation, American Gothic‘in 2. yarısını kurtaran parçalar benim nezdimde. Amerikan piyasasında iyice söz sahibi konuma gelen Arthur Rizk’in sıcak prodüksiyonu da bu parçalarda iyice belirginleşiyor. Tamamı şunlardan oluşan, biraz daha yüksek tempolu bir iş yapsalar kafayı yermişim ama kısmet olmadı maalesef.
Amerika menşeli basın organları yine ayarsızca övmüş ama ben American Gothic‘in en fazla A Romance With Violence ayarında olduğunu, grubun hala dengeyi yakalamakta zaman zaman zorlandığını, çok iyi anlara ve hakikaten eşsiz bir atmosfere sahip olsalar da biraz daha pişmeleri gerektiğini düşünüyorum. 43-44 dakikanın üçte birinde biraz eveleyip geveliyorlar ve bir kez o atmosferin büyüsü geçince anlamsızlaşıyor o bölümler. Yine de bu onları benzersiz olmaktan alıkoymuyor ve American Gothic, ille de ekstremlik veya METAAL diye bağıran bir müzik beklentisi taşımayanların benden çok daha fazla keyif alabileceği iyi bir yapıt. Mahmuzlayın atınızı Wayfarer’a doğru ve bu potansiyeli çok yüksek, her an petrol bulup zengin olabilecek adamlarla aranızı iyi tutmaya bakın.