Blackbraid – Blackbraid II
Merhaba.
Adı sanı duyulmamış birilerinin çıkıp bir anda piyasayı sallaması, hem herkese konuşacak bir şeyler sağlaması açısından besleyici hem de belirli birkaç yöntemin etrafında şekillenen fikirlere yeni bakış açıları kazandırması bakımından şüphesiz çok değerli. Şirket ittirmesi olmadan, zamanında tutmuş işlerin cilalı reprodüksiyonlarına girişmeden dikkatleri üzerine çekebilen bir isme saygı duymaktan başka bir şey yapılamaz ve Sgah’gahsowáh rumuzlu Jon Krieger’ın Blackbraid’i, pek çok grubun ve müzisyenin hayalini kurduğu bir başarı öyküsünü yazıyor bir süredir.
2022’de Bandcamp üzerinde yayımlanan Blackbraid I, sıfır reklam bütçesine rağmen kısa sürede binlerce sattı ve Sgah’gahsowáh’ı spot ışıklarının altına yerleştiriverdi. Amerikan yerlisi black metali olarak etiketlenen, neredeyse tümüyle yeni (NECHOCHWEN‘e hakkını verelim mesela) bir türle iştigal ediyor Blackbraid. Üstelik bu yerlilik mevzusunu bir gimmick, yani ticari avantaj sağlayıp kalitesizliğini maskeleyecek bir joker olarak kullanmıyor. Blackbraid I, 37 dakika süresi içerisinde yaklaşık 7-8 dakikalık ara fasıllarına ve folk tabanlı geçişlere sahip olsa da kalanında çatır çatır bir black metal ihtiva etmesiyle Sgah’gahsowáh’a, hadi güven demeyeyim de, olumlu bir önyargı ile yaklaşılmasına, şöyle bir-iki albümlük kredi verilmesine imkan sağlıyordu. Ben de pozitif bir noktada durmama rağmen temkinli ve bir sonraki albümü görmek lazım gibi bir pozisyondaydım. Neyse ki Blackbraid bizi çok bekletmedi ve sadece 11 ay sonra, üstelik de Blackbraid I‘in neredeyse iki katı uzunluğunda bir albümle tekrar görücüye çıktı.
Temmuz ayında yayımlanan Blackbraid II‘yi kurcalamak için biraz beklemek istedim, çünkü hype trenlerine arkadan el sallamasıyla bilinen bir adam olarak hemen üzerine atlamak istemedim. Gerçi bu sefer işler çığrından çıktı; NEW YORK TIMES‘ın bile gündeme taşıdığı, kimi büyük şirketlerin arka kapıları olarak bilinen mecralarda 10/10’ların havada uçuştuğu, Sgah’gahsowáh’ı USBM yeni dalgasının kurtarıcısı ilan eden yazıların yayımlandığı bir dönem yaşadık. Kuzey Amerika’da bir şeyin pazarlanabilirlik değeri kendini gösterdiğinde çarkların nasıl dönmeye başladığını iyi biliyoruz tabii; o yüzden yukarıda bahsettiğim o pozitif(imsi) duruş hızla Blackbraid’e karşı antipati tohumları ektiğim bir noktaya da yaklaşacak gibi oldu ama Blackbraid II, bu elemanın şans eseri buralara gelmediğini ve başarısının bir tesadüf olmadığını kanıtlıyor. Peki abartıldığı kadar var mı? Bence hayır.
Heybetli bir şef gibi albümün tam ortasına oturmuş 13 dakikalık epik Moss Covered Bones on Altar of the Moon‘u dinlemek dahi, Sgah’gahsowáh’ın boş yapmadığını anlamak için yeterli. Geleneksel perküsyonlar, flüt ve melodik gitarlar neredeyse PRIMORDIAL vari epik bir atmosfer yaratırken Blackbraid konuşurken sıkça AGALLOCH ve WOLVES IN THE THRONE ROOM referanslarının verilmesini sağlayan vokal ve orta tempo dinamizmi de ayrı birer lezzet patlaması yaşatıyor. Tabii esas mesele, tüm bunlar olup biterken black metalin yıkıcı, yakıcı hiddetinden ödün vermemek; bu noktada da müsterih olmamızı sağlayacak canavar blast-beat‘ler sunulmuş neyse ki. Hatta bazı bölümler abartılı bir tempoda.
Parçalar arasında nefes aldırmanın dışında albümün karakterini de belirleyen üç akustik parça mevcut. Autumnal Hearts Ablaze, Spells of Moon ve Earth, Celestial Passage, bir folk soslu atmosferik black metal eserinden duymayı beklediğiniz her şeyi kapsıyor. Blackbraid’in esas başarısı zaten mükemmel bir black metal icra etmekten ziyade (hatta bazen melodik death metale kaydığı oluyor) Amerikan yerlisi havasını, o folk sosunu black metale yedirebilmesi. Bu bağlamda özellikle yerlilere ait flütün kullanıldığı anlar hemen öne çıkıyor. Hem bu üçlü hem de Sadness and the Passage of Time and Memory (oğlum yapay zekaya mı yazdırdınız şarkı isimlerini ya) gibi parçalardaki akustik pasajlar enfes.
66 dakikaya uzanan süresi boyunca dikkati üzerinde tutmak için çektiği numaralar, tekrarlı dinlemelerde bile işe yaramaya devam ediyor. Akustik geçişler, akılda kalıcı melodiler ve basit davullarla müziğe kaptırıp gitmek oldukça kolay. Bununla birlikte Moss Covered… da dahil olmak üzere besteleri bu kadar uzatmaya gerek yokmuş pek. Tarz olarak tekrardan faydalanmaya müsait bir doğası olsa da aynı köprüleri, aynı enstrümantal geçişleri tekrar tekrar duymak bir süre sonra yormaya, sıkmaya başlıyor. Benzer bir şeyi davul performansı için da söyleyebilirim aslında. Fazlasıyla mekanik, nitelikten ziyade niceliğe kasan bir davul performansı söz konusu. Konuk davulcu Neil Schneider belli ki kondüsyonu sağlam bir arkadaş ama hep patates, hep patates. Biraz da et lazım, biraz da davulcunun gözündeki o sivri zeka ışıltılarını yakalamamız lazım. En heavy parçalardan The Wolf That Guides the Hunter’s Hand bile belli belirsiz bir-iki zil manevrası dışında dümdüz bir çizgide ilerliyor. Çok yalın ve yavan.
Tercihtir, atmosferi bu yöntemle kurgulamak istemiştir diyebilirdim ama sonlara doğru kendini iyice kaybediyor Sgah’gahsowáh. Öncelikle Twilight Hymn of Ancient Blood‘ı konuşmak lazım. İlk yarısı melodik bir death/doom bestesi gibi ilerliyor ve ağır melodilerden, derin bir brutal vokalden besleniyor. Neden sonra pat diye (hakikaten, korkunç bir geçiş) black/thrash vitesine geçiyoruz. Yetmiyor, bir de üstüne SPIRITWORLD‘de çalan Randy Moore’un ne şarkıyla ne de albümle bir alakası bulunan saçma sapan bir konuk solo performansına tanık oluyoruz. Harala gürele geçen, uyarıcı almış bir metalcinin arka arkaya bazı fikirler sıralaması şeklinde ilerleyen, asla anlam veremediğim bir şarkı.
Sadness and the… ile tekrar rayına oturup doğru bir kapanış yapacak zannederken bu sefer de BATHORY yorumu A Fine Day to Die giriyor. Yani, bence Bathory sevmeyen/bilmeyen eksik biridir ve tek başına çok da iyi bir yorum bu; fakat tıpkı Twilight Hymn… gibi bu şarkı da albümün genel bağlamından çok kopuk ve atmosferi dağıtıyor. Sadness‘ı 9. sıradan 8. sıraya çekip Twilight Hymn… ve bu yorumu boşverip hem albümü şöyle bir 15 dakika kısaltabilir hem de daha bütüncül bir şey dinleyebilirsiniz.
Velhasıl Sgah’gahsowáh yetenekli ve tutkulu bir müzisyen, orası kesin. Şubat 2022’de başlayan bir proje, 17 ayda 102 dakika müzik ile şimdiden kitlesini bulmayı, hatta onu da geçtim, ciddi ciddi şöhret olmayı başardı. Blackbraid’in yapmaya çalıştığı şey hem taze hem de samimi hissettiriyor. Ne var ki toylukları, eksikleri de bolca var ve Kuzey Amerika piyasasının pohpohladığı kadar akıl alan, çığır açan bir black metal üretmiyor şimdilik. Bir kalemde silmek veya ölmüne sevmek için çok erken zaten; daha rafine ve etrafındaki heyecan kasırgasının biraz sakinlediği dönemlerdeki işlerine bakmak lazım bence. Yine de bu haliyle bile etkileyici Blackbraid II. Özellikle ilk 5 parça, bence harika bir EP yaratıyor ve Blacbraid kesinlikle dikkate değer. Ha, Kızılderili olsaydım kafayı yerdim belki ama değilim. Gerçi emin olun, Blackbraid diye çıldıranların çoğu da değil zaten.
Korhan Bey selam, Türkiye’de ciddi bir boşluk olan Black Metal kritiği yapıyor olmanız beni inanılmaz mutlu ediyor. Sayenizde hem yeni gruplarla tanışıyor hem de tanıdığımız bildiğimi z kişi veya gruplara farklı bir perspektiften bakıyoruz. Kaleminize klavyenize sağlık. Mgla yazısı da okusak tadından yenmez deyip susuyorum.
Çok teşekkürler Fatih. Sitede Mgla etiketli yazılara şuradan ulaşabilirsin, içlerinde hem konser hem albüm kritikleri mevcut.