Ne Obliviscaris – Exul
Tıp. Tıp. Tıp.
Şiddetlenmesi muhtemel bir ikindi yağmurunun şimdilik cılız damlaları, metale çarparken oyuncu sesler çıkarıyor. Yeşilin her tonuyla bezeli ormanda toprak, hoş kokularla karşılıyor yağmuru. Gözlerini yarım yamalak açabilen genç bir adam, yattığı yerden az önce neler olduğunu idrak etmeye çabalıyor. Küçük bir servet değeri taşıyan onlarca kilo ağırlığındaki zırhı, artık onun için özel tasarlanmış bir hapishane gibi adeta; yağan yağmuru yüzünde hissedip kanla kekremiş ağzını temizlemeyi ne kadar da isterdi…
Sadece tek bir kolunu hissederken belden altında neredeyse hiçbir şey hissetmiyor. Son hatırladığı, herkesi geride bırakıp dörtnala sürdüğü gürbüz atının bir anda onu üzerinden savuruverdiği. Belki de bir yılan görmüştür. Oysa ki şövalye ilan edilişinin daha ilk ayında gelen bir ulağa kulak vermiş, toprağının ve üzerindekilerin efendisi olarak kiliseyi ve ülkesini savunacağını haykırarak hızla yola koyulmuş, uyarılara karşın sınırlarını terk ederken karşısına çıkacak herkese cakasını satmak için de tam takım zırhını giymişti üzerine.
Tıp. Tıp. Tıp. İçindeki gambesonu, üzerindeki zincir zırhı, tabardı ve plakalardan oluşan zırhına rağmen üşüyor. Göğüs kafesinin sağ tarafında ve sağ kolunda bir şeyler yanlış. Her nefesinde engizisyonun mahir sorgulayıcılarının yüzünü güldürecek bir acıyla çarpılıyor. Vizörlü miğferinin sunduğu sınırlı görüş alanına tanıdık bir yüz giriyor. On beş yaşına basmış, bir yıldır yaver olarak şövalye ağabeyine hizmet eden kardeşi. Adamları daha geride kalmış olmalı. Bu sarı kafalı, al yanaklı oğlan her zaman iyi bir biniciydi zaten. Güleryüzlü suratında neden şimdi ince bir çizgi halindeki dudakları titriyor. Şövalye, küçük kardeşinin kalkmasına yardım edeceğini umarak bir güçle hareketlenmeye kalkınca nefesi kesiliveriyor. Zorlanıp ıkınsa da küçük oğlan, ağabeyini yanından ite ite sırt üstü yatırmayı başarıyor. Farklı nedenlerle nefes nefese kalmış iki kardeş, yapraklar, kuru dallar ve köklerle kaplı zeminde yan yana yatıyorlar bir an için.
Şövalye beyhude bir çabayla, güç bela hükmettiği sol kolunu kaldırmaya, miğferine ulaşmaya çalışırken kolu kalkmıyor. İnleyip homurdanırken çizgi halindeki görüş açısına kardeşi giriyor. “Ağabey,” diyor, “düştün.” Sağına doğru ufak bir hamle yaptığında ağabeyin bir kez daha nefesi kesiliyor. Ciğerlerinde durması gereken oksijen, vücudundaki bir delikten dışarı kaçınca anlıyor yan tarafına saplanmış bir şey olduğunu. Kardeşi titreyen dudaklarının arasından fısıldıyor: “Çıkaramayız.”
İlk kez panikliyor şövalye. Doğduğu toprakların ötesini göremeyeceğini o an anlıyor. Çamurun içinde, tahta sopaların ucunda, ağır yüklerin altında geçen yılların sonunda kader, böyle bir oyun mu oynayacaktı gerçekten ona? Şan, şeref ve ganimetin hayaliyle geçen seneler, belki günler sürecek bir işkencenin sonunda, acı içerisinde mi sona erecekti? Tarih onu kahraman bir şövalye değil, atından düşen bir aptal olarak mı yazacaktı? Bu güvenli zırhın içerisinde ilk kez aciz, ilk kez muhtaç hissediyor. Belki de bu kadar ağır zırhla bu yağmurda atını zorlamasaydı, tüm bunlar yaşanmayacaktı. Zehir yutmuşçasına canını yakan bir yutkunmanın ardından “Kardeşim,” diyor, “š’il vous plaît!”
Yedi yaşından beri şövalye olacağı gün için hazırlanan yaver, ilk kez efendisinden “lütfen!” duyuyor. Daha fazla kendini tutamayıp hüngür hüngür ağlarken gözyaşları yağmur damlalarıyla birlikte ağabeyinin zırhını dövüyor. Yola çıkmadan hemen önce amcasının aynı anda hem saygı hem de tiksinmeyle ağabeyine uzattığı şeyi ağabeyinin belinden çıkarıyor. Bu incecik hançer hasımları içindi, kendileri değil!
Tıp. Tıp. Tıp. Yağmur şiddetini arttırınca ormanda sesler yükseliyor. Dalların ve yaprakların arasından süzülen su seslerinin dinginliğini, insanın ciğerini acıtacak keskin bir çığlık bozuyor. On beş yaşında bir oğlan, miğferin vizöründen içeri ittirdiği hançer ağabeyinin beynini bulurken avazı çıktığı kadar haykırıyor:
“Miséricorde!”
Oha.
gerçekten güzel bir albümdü