Disillusion – Ayam
Merhaba.
Son kritiklerde olduğu gibi bugün de yine sevgili PATREON destekçilerimden gelen bir albümü inceleyeceğim. Ecem, Klasik Bir Cumartesi köşemizde incelediğim Back to Times of Splendor sonrası Disillusion’a dönmeyi unuttuğumuzu hatırlattı sağ olsun. Patreon’da aramıza katılmak ve daha da önemlisi Metalperver’in devamlılığı için elinizi taşın altına koymak isterseniz adresimiz belli.
Kariyerine büyük bir lütuf ve aynı zamanda bir lanet olarak yorumlayabileceğimiz klasik “Back to times of Splendor” ile başlayan progresif/melodik death metal topluluğu Disillusion, birçok grubun karşılaştığı “başyapıt sonrası ne yöne gitmeli?” sorusuna cevabı neredeyse tam ters istikamette arayınca çuvallamış, ardından da olaysız şekilde dağılmıştı.
Vokal, gitar ve besteci; kısacası Disillusion’ın ta kendisi diyebileceğimiz Andy Schmidt, aradan 13 yıl geçtikten sonra, göğsüne saplanmış oklara rağmen sanki son bir nefesle iki ork daha kesmek için ayaklanan Boromir gibi önce bir şarkı, sonra da Liberation albümüyle kımıldanmaya çalışmış, buna rağmen Saruman’ın aklını bulandırdığı Theoden gibi, üzerindeki ölü toprağını atmayı başaramamıştı.
2022’ye geldiğimizdeyse sanki Ak Gandalf’ın marifetiyle hayata dönüp hızlıca ordusunu toplamış, itin köpeğin üzerine çullanmaya hazır vaziyette bir Disillusion var karşımızda. Belki efsaneler arasında anılan ilk albümün yanına ulaşmak artık mümkün değil, fakat Ayam’ın o seviyeye en yakın şey olduğunu, ciddi anlamda çok güçlü ve olgun bir albüm ile karşı karşıya bulunduğumuzu peşin peşin söylemek lazım.
Olgunluk mu dersiniz, zamanla damıtıla damıtıla rafine hale gelmek mi, yoksa yıllar içerisinde progresif çatısı altında bu etiketin hayal ettirdiği matematik düşkünü işlerin aksine duygusal ve melodik albümler yapılabileceğini gösteren diğer eserlerden alınan bir ilham mı bilemem, fakat Disillusion rahat olduğu, yönetebileceği alanı bulmuş gibi görünüyor. Hoş, daha ilk albümde bulmuştu zaten ama hayat işte bazen insana eşeğini kaybettirip yıllar sonra buldurabiliyor.
RIVERSIDE, THE PORCUPINE TREE, SOEN, belirli oranda da 2006 sonrası KATATONIA gibi gruplar üzerinden anlatabileceğimiz, haliyle daha melodik ve duygusal bir progresif karakteri yansıtan Ayam’ın besteleri, “progresif olmak uğruna progresif” gibi mekanik bir yaklaşım yerine atmosferi, anlatıyı, hikayeyi ve müziği seçiyor. Andy Schmidt’in temiz/kirli (ne tam brutal ne de scream; “harsh” üzerinden kirli diyelim biz) vokal geçişleriyle yön bulan parçalar, bildiğimiz ve sevdiğimiz Alman dinamizmine sahipken kulak dostu melodiler, tanıdık ritim ve ölçüler albümü daha da cazip kılıyor. Progresif olmak uğruna kaybolup gitmiyor hiçbir anda, ve Disillusion’ın geçmişten ders aldığını açıkça gösteriyor.
Tabii grubun melodik death metal tarafı göz ardı edilemez; ilk parça Am Abgrund da Andy’nin konuşma vokaliyle giriş yaptıktan sonra bakır nefesli enstrümanlar ve orta tempolu, basit ama etkili bir blast-beat davulculuğuyla grubun köklerini unutmadığını sertçe hatırlatıyor. Çekip çekip bırakılan oyuncak araba hissiyatı veren tansiyon kurgusu (özellikle soloya girerken uzaya fırlatılıyor gibi hissetmemek zor), dramatik vokal geçişleri, senfonik düzenlemeleri ve temiz vokaliyle kalabalığın içinde kafayı kaldırıp temiz havayı ciğerleri dolduruyormuş ferahlığı sağlayan nakarat ve yaramaz bir çocuk gibi arkada devamlı bir haşarelik peşinde koşan gitarlarla Disillusion’ın beste zekasını, yeteneğini en iyi şekilde deneyimleyebileceğimiz parçalardan biri Am Abgrund.
Fakat en iyiyi başa koyup sonra tembellik etmemişler; Tormento kırılgan girişini enfes rifler ve şov bir soloyla, sonra da üst üste kaydedilmiş Andy haykırışlarının arkasında gümbür gümbür bir break-down ile haklı çıkarıyor. 12 dakikayı zorlayan, albümün gövdesini oluşturan Abide the Storm ise herhalde bu yıl dinlediğim en iyi birkaç progresif/melodik death metal parçasından biri. Hem progresif, hem kaslı hem de süresini hissettirmeyen bir akıcılığa sahip. Solosunu konuşmuyorum bile, zira hala pek bir şey anlamadan boş boş etrafa bakıyorum dinlerken.
Andy’nin bu albümdeki vokali kariyerinin zirvesi olabilir bu arada; öyle oktav oktav şov yapmıyor belki ama kaç farklı karakter ve his koyuyor masaya belli değil. Tormento’ya bir bakın, anlayacaksınız. Bas gitarist Robby Kranz da vokaliyle hacim vermiş bir-iki yerde ama Andy döktürüyor.
Şarkı didikleyip övmek çok keyifli ama sonlara doğru Ayam’ın biraz düştüğünden, biraz uzadığından bahsetmeden kapatırsam olmaz. Birbirinin kopyası gibi olan Nine Days ve From the Embers’dan biri rahatlıkla törpülenebilirmiş. From the Embers ağır ağır girip enfes bir soloyla albümün doğal kapanışına ulaştırıyor. Bunun arkasından 50 küsür dakika hiç karşılaşmadığımız kadın vokalin baskın yapısı nedeniyle albümün karakterinin dışında kalan The Brook, bir kapanıştan ziyade bonus parça hissiyatı veriyor. Ben olsam Nine Days’i atar, The Brook’u da bonus parçaya kaydırırdım. 47 dakikada mis gibi bir Ayam tecrübesi için bir deneyin böyle dinlemeyi.
Didik didik edince beliren, belki de kendi kuruntularımla ilgili pürüzler haricinde Ayam’ın pek bir eksiği yok aslına bakarsanız. Progresif diye çıldıranları tatmin etmez belki ama hem müziğe hem duyguya doymak isteyenlerin kaçırmaması gereken bir albüm Ayam. Andy Schmidt bundan sonra ne yapar bilmiyorum ama Back to times of Splendor’dan 18 sene sonra bir kez daha elit bir iş çıkarmanın rahatlığıyla, huzur içinde bırakabilir istiyorsa. Tek albümlük bir müzisyen olmadığını, tesadüfi bir başarı yakalamadığını net bir biçimde kanıtladı.