Lorna Shore – Pain Remains
Merhaba.
Bir noktaya kadar her şeye açık, her tecrübeye aç ve her konuda heyecanlıyken ne oluyor da bir zaman sonra kontrol mekanizmalarını sıkılaştırma ihtiyacı duyuyoruz, bilemiyorum. Yaşla, korkuyla, zamana yetişememekle açıklanıyor genellikle ama basit konularda bile giderek artan bir muhafazarlık söz konusu. Beğenilerin oturması, seçici geçirgen bir yapıya bürünmek, karakter kazanmak önemli tabii ama sanki bazen kendimizi çok kapatıyor, olan bitenden uzaklaştıkça da elimizdekilere daha sıkı sarılıp en kıymetlisinin onlar olduğunu savunuyoruz çaresizce. Zaman ilerleyip yeni olanla fark açıldıkça burun kıvırıp eskiye, olduğundan da fazla değer vermeye başlıyoruz.
Henüz o dedebey seviyesinde hissetmiyorum kendimi ama yaklaşan tehlikenin farkındalığıyla hareket edeceğim derken dandik dandik şeyleri zorla beğenmeye çalışırken yakalıyorum kendimi bazen. Özellikle sinemada, popüler kültür araçlarında nitelik bakımından deniz seviyesinin altındaki işlere ve özgürlük adı altında gerçek hayattan kopuk fikirlere tahammül etmeye çalışmak yoruyor. Metal tarafındaysa biraz daha rahatım, çünkü hem hiçbir zaman tür metalcisi olmadım hem de işim gereği 7/24 yeni bir şeyler dinlediğim için zihnim daha güncel kalabiliyor sanırım.
Bu bağlamda metalin en büyük tartışma konularından biri de deathcore elbette. 20 sene önceki noktasından çok farklı bir konumda bulunmasına rağmen belirli bir kesim tarafından -hangi kesim olduğunu yukarıda anlattım- artık bir geçerliliği kalmamış argümanlarla tepeden bakılan bu türün üretim ve tüketim hızı, Kuzey Amerika’dan dalga dalga yayılarak artmakta. Senfonik ögelerin eklenmesi, giderek artan teknik maharet ve ekstreme yakın durma niyetiyle birlikte bugün birçok deathcore grubu, 20 sene önce hayal edilemeyecek kadar sert ve metal tınlayan müzikler üretiyor.
Lorna Shore ise şüphesiz bu türün başına gelen en acayip şeylerden biri.
2009’da kurulmasına rağmen bir türlü çıkamayan albüm, kurucu vokalist Tom Barber’ın 2018 senesinde, CHELSEA GRIN‘e katılmak için gemiyi terk edişi sonrasında kurucu kadrodan geriye sadece gitarist Adam De Micco’nun kalışı, Barber’ın yerine buldukları CJ McCreery’in gruba katıldıktan bir sene sonra ayyuka çıkan istismar/taciz mevzuları yüzünden Immortal albümünün çıkışından sadece bir ay önce kovulması, taş gibi, roket gibi Immortal‘ın pandemiye kurban gitmesi ve uzatmamak adına saymaktan vazgeçtiğim türlü çeşit dramaya ve talihsizliğe rağmen, kısa zamanda bir hız treni serüveni kadar çok şey sığdırdığı kariyerinin altın çağını yaşıyor Lorna Shore. 2009’da kurulan, ilk albümünüyse 2015’te yayımlayan Amerikalı grup bugün pek çok ortamda tüm zamanların en büyük deathcore grupları arasında gösteriliyor ve Metalperver olarak ben de bu görüşe sonuna kadar katılıyorum. Biraz daha böyle giderse aradan sıyrılıp en büyük olmaları da işten bile değil hatta bana sorarsanız; zaten son iki-iki buçuk senenin açık ara en önde deathcore grubu onlar.
Pandemi esnasında tam anlamıyla bir internet sansasyonuna dönüşen YouTube videoları sayesinde kendi hayran kitlesine kavuşan vokalist Will Ramos’un dahli, To the Hellfire parçası ve albüm öncesi ısınma turu tadındaki EP ile çerçevesini belirleyebileceğimiz 3. döneminde Lorna Shore, SUICIDE SILENCE, WHITECHAPEL, BRING ME THE HORIZON ve benzerlerinin bulunduğu yüksek meclisteki tahtları yerle bir edip deathcore kelimesinin yeniden tanımlanma işlemine devam ediyor. Senfonik, teknik ve kapkara bir deathcore fikri ne grup için ne de piyasa için yeni; fakat kimse Lorna Shore kadar maksimalist yaklaşımını bütünde anlam yaratacak seviyede müziğe yansıtamıyor. Tabii bir de diğer gruplarda Will Ramos adlı tatlı yüzlü, iblis gırtlaklı adam yok.
Maksimalist yaklaşımı açalım. Lorna Shore müziğinde her şey sınıra, hatta onun ötesine geçmekle ilgili. Teknik ve hızın takdir edilebilirliği tartışılmaz; fakat kabul etmeli ki her enstrümanın kapasitesini zorladığı bu müzik bir noktadan sonra fazlasıyla yorucu olabiliyor. Deathcore türünün ses duvarı kalibresindeki sıkıştırılmış ve yoğunlaştırılmış prodüksiyonlarıyla bilindiği gerçeğiyle birleştirince işler daha da yıpratıcı bir yere varıyor. Pain Remains‘i dinlerken en büyük mesele, 61 dakika boyunca orada durmaya devam edecek acıya rağmen dinlemeye devam edebilmek aslında. Kulaklarınız zorlanacak ve keşke bu kadar çok çalmasanız be abi, biz yine dinlerdik sizi, gibi serzenişlerde bulunacaksınız muhtemelen. Haklı olacaksınız üstelik; kesinlikle yorucu bir albüm Pain Remains.
Bununla birlikte grubun yarattığı enstrümantal gerginlik, albümün duygusal tansiyonuyla çok uyumlu ve birbirlerine sarılarak göğe doğru yükseliyorlar adeta. Adından, kapağından, kapanış üçlemesini oluşturan parçaların gözleri yaşartan kliplerinden de anlaşıldığı depresif bir kurgusu var Pain Remains‘in. Will Ramos bir anime ve manga manyağıymış (kamu spotu: anime izleme, manga oku!) ve oralardan yola çıkarak yaratmış bu konsepti. Kabaca gerçek yaşamda iç huzurunu sağlayamayan birinin lucid dreaming‘e kafayı takıp rüyalarda takılmaya başlaması, bu süreçte önce korku, sonra kontrol ve suni bir rahatlama, sonundaysa mutluluğun rüyalarda da elde edilemediği farkındalığıyla gelen bir çıldırma hali şeklinde özetlenebilir.
Charles Baudelaire’in de dediği gibi: “Ben nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi geliyor.”
Mutluluk sürekli aranması, kovalanması gereken bir şey midir yoksa içinde olduğu gerçeklikte de huzur bulabilir mi insan gibi sorular sorduran sözler ve duygusal videolar hoş tabii de, ana yemeğe bakalım biraz da. Bu noktada Lorna Shore’un bir çıkmaz içerisine düştüğünü hissediyorum. Bir yandan Will Ramos gibi son yılların en mahir ekstrem metal vokalistlerinden biriyle çalışmanın, Century Media gibi hem prodüksiyon hem pazarlama tarafında tüm kapıları ardına kadar açan bir şirketle çalışmanın konforu içindeler, evet, ama bir yandan da sayısı milyonlara ulaşmış durumdaki hayranları tatmin etmek, beklentileri karşılamak zorundalar. Deathcore gibi formülizasyonun en yüksek olduğu türlerden biriyle anılmaları ve ne olursa olsun bu etiket altında ulaştıkları popülerlik seviyesi, beste tarafında ellerini bağlamış bence. Will Ramos’lu ilk albümde görece güvenli takılmak istemelerini anlayışla karşılıyorum gerçi.
Neredeyse her parçada bir çeşit melodik/senfonik/teknik death metal çizgisinde ilerliyorken trafiği bozup aynısını veya çok benzerini (Sun//Eater parçasının 2:45’inde giren ilk break-down ile 2019’da yayımlanan Death Portrait parçasındakini kıyaslayın mesela) defalarca dinlediğimiz formülize bir break-down girdiğinde kabak tadı vermeye başlıyor. Durup kalkmaya düşman değilim ve özellikle sözlerle/vokalle bütünleştiğinde hakikaten insanı yerden yere vuran örneklerini sunabiliyor Lorna Shore (bkz. Pain Remains serisi) ama her şarkıda, her köşe başında denk gelince bir ara memleketi saran lokmacılar gibi müziği obezleştiriyor. Yağ bağlayan parçalar da mükemmel riflere, melodik/senfonik altyapıya ve Will Ramos’un büyük oranda çiftli kaydettiği enfes vokallerine rağmen akmamaya başlıyor.
Deathcore prangalarından kurtulduğu anlar ise ışıl ışıl. Adam De Micco hem rif hem solo anlamında her albümde üzerine koyarak ilerlemeye devam ediyor. Into the Earth, Sun//Eater, Apotheosis ve kapanış üçlemesinde dönen numaralar, benim diyen teknik death metal gitaristinin ha deyince içinden çıkamayabileceği yoğunlukta. Üstelik bu parçalar geleneksel deathcore iskeletinin dışında çıkıp taze bir şeyler de sunabiliyor. Tekrarlı motiflerin arasından kıvrılan şişman kulak solucanlarının o etli etli tadı nefis ama daha sade bir lezzetteki Soulless Existence‘ı ayrı bir sevdim. Albümün tek nefes alan, o DAHA ÇOK ULAN DAHA ÇOK! mantığının törpülendiği tek şarkısı Soulless Existence ve onda da 4:20 civarı giren, şarkı sona erene kadar da pek durmayan solo işçiliği gerçekten epik.
Üç sene önce Lorna Shore ne yapacağını bilmez bir halde, krizin içerisindeydi. Bugün deathcore türünde onlardan daha önde, daha popüler ve heyecan duyulan hiç kimse yok. Bu, bir yandan internetin gücünü bir kez daha göstermekle birlikte Pain Remains, suni bir hype ürünü olmadıklarının net bir kanıtı. Kusursuz bir albüm değil ve bence Lorna Shore’un bundan çok daha iyisini yapabilecek bir nüvesi var. Grubun baskıyı, beklentiyi kaldırabilecek -hatta aşabilecek- kapasiteye sahip olduğunu görmüş olduk; bundan sonra biraz daha özgür takılmayı göze alırlarsa daha da olgunlaşıp acayip yerlere gidebilirler. Bunu başaramazlarsa da canları sağ olsun, deathcore’un en büyüğü olarak hayatlarına devam ederler ki o da hiç fena bir başarı sayılmaz.
86/100
Metalperver’e destek olmak için aşağıdaki düğme üzerinden PATREON’u ziyaret edebilir, aylık aboneliğinizi başlatabilirsiniz:
Lorna Shore hala benim icin olmadi ya, canli da izledim, i ih. Hic sevmedigim tech death stili ultra hizli blast beat partisyonlari ve gitarlar, son derece on plandaki senfonik ogeler (ki hepsinin midi ile yazilip kaydedildigine eminim) arasinda kaybolup gidiyor. Geriye kalan bir tek Will Ramos’un vokali. O da grupla ilgili tek sevdigim sey sanirim. Ama her ne kadar essiz bir ses olsa da o vokal tarzi da bir yerden sonra jeneriklesip heyecanini yitiriyor.
Yok bu album de olmadi. Ben Whitechapel ve Carnifex’ten devam ederim.