BRUTAL ASSAULT 2022: Mercyful Fate!
Merhaba.
Bu yıl 25. defa düzenlenen Brutal Assault festivalinin ilk iki gününde birçok usta ismi ve son yılların parlayan gruplarını canlı izleme / dinleme şansına kavuşmuş, kimi zaman hayli yıpratıcı olsa da epey keyifli vakit geçirmiştim. Tabii itiraf etmek gerekirse bu festivale 3. defa gitme fikrini (zehrini diyelim) bünyeme sokan tek bir grup varsa o da 1981’de kurulmuş ve sözlerinden imajına, müziğinden sahne şovuna pek çok ismi etkilemiş Danimarkalı heavy metal efsanesi MERCYFUL FATE‘ti. Festivalin 3. gününde çalacaklardı ve ne yapıp edip King‘i izlemeliydim. Kemerlerinizi bağlayın; festival devam ediyor!
Önceki yazılarda thrash metalin başaltı, fakat önemli isimlerinin sabah erken saatlerde çaldıklarından bahsetmiştim; İngiliz ONSLAUGHT da o gruplardan biriydi. 13:50 civarında alana girdiğimizde 1986 çıkışlı Let there Be Death ile konsere başlamış, sıcağa rağmen hatırı sayılır bir kalabalık toplamayı başarmışlardı.
Güneş tepedeyken Onslaught’un tamamını izlemek çok cazip bir fikir değildi ama yine de Strike Fast, Strike Hard gibi sevdiğim parçalarla biraz coşup kafa sallamadan edemedim. Hala taş gibi çalıyorlar ve yeni vokal (2020’de, Generation Antichrist albümüyle dahil oldu) David Garnett’in enerjisi çok yüksek.
Eski thrash kurmaylarının yaşla beraber vokalde cılızlaşıp o ateşli atmosferi kaybetmesi bence bir sorun. Birçoğu karakterini, ruhunu kaybetmemek adına vokal değişikliğine gidemiyor kolay kolay (METALLICA, MEGADETH gibi örneklerde zaten teklif bile edemezsin). Onslaught özelinde konuşmak gerekirse 30 yıllık kariyerinde en az 5-6 vokal değiştiren bir grup olduğu için bu konuda hem avantajlı hem de dezavantajlı bence. Yıllar içerisinde özel bir frontman duruşu alamayınca belirli bir seviyenin üzerine çıkamadı belki ama bugün konserlerde dinamik, ateşli vokalistle çok daha enerjik görünebiliyor.
Kısacası 20 dakika kadar izlediysem de Onslaught’u beğendim. En meşhur iki parçalarından biri olmasına rağmen 66’fucking’6‘i neden çalmıyorlar bilmiyorum ama onu da çalsalardı sıcakmış, yorgunlukmuş dinlemeyip atlardım ben de herhalde seyircinin üzerine.
14:25’te BUTCHER BABIES, o saat için devasa sayılabilecek bir kalabalığın karşısına çıktı. Bilmeyenler için Heidi Shepherd ve Carla Harvey tarafından 2010’da kurulan alternatif/groove metal/metalcore topluluğu, iki kadın vokaliste sahip olmanın getirdiği sektörel avantajlarla kısa sürede birçok grubun hayal dahi edemediği popülerlik seviyelerine ulaştı. Kadın bedeni üzerinden yapılan pazarlama ve insanın böyle bir şeyi kabul etmesi üzerine sabaha kadar tartışılabilir; bir yandan da içinde gizliden yahut açıktan kadın düşmanlığı besleyen kişiler tarafından topa tutulmaları da doğru değiil bence.
Ben grubun müziğini sevmiyorum açıkçası. Nasıl pazarlandıkları, Heidi – Carla ikilisinin bedenini nasıl kullandığı hiç umrumda değil ve olmamalı da zaten. Bu tür sulu sepken işler bana göre değil ve samimi bulmuyorum ama sahnelerini merak ettiğim bir-iki parçalarını izlemek istedim. İzlediğim kadarıyla da şunu söyleyebilirim ki Heidi – Carla ikilisi gerçek (efekte boğulmamış anlamında) ve güçlü tınlayan vokallerle Butcher Babies’in sadece bir “sex sells” projesi olmadığını kanıtlıyorlar. Elbette işin şov tarafını yadsımıyorum ve oraya toplanmış birçok insan da şarkıları zerre bilmeyip sadece sahnede zıplayıp duran güzel kadınlara bakmaya gelmişti (ki bunda yanlış bir şey yok bence), ancak grubun işini düzgün yaptığı da bir gerçek. Metal gibi müşterisinin satılan ürüne çok hakim olduğu bir ortamda sadece memeyle, popoyla bir şey kabul ettiremezsin zaten. Yine de gördüğüm, duyduğum şeyler hoşuma gitmediği için kısa süre sonra uzaklaştım oradan.
Akşam saatlerinden itibaren büyük bir koşturmaca ve nöbet tutma yoğunluğuna dalacağım için gündüz saatleri benim için dinlenme, yeme&içme ve alanı keşfetme zamanıydı. Ben de ABORTED, LOST SOCIETY gibi isimleri sallayıp etrafta takılarak geçirdim bu süreyi. Brutal Assault, gurme standlarıyla da meşhur bir festival olduğu için çeşit çeşit sosla yapılan (mangolusu çok saçmaydı) tikka masala’lardan 8-10 saatte pişirilmiş füme etlerle yapılan dev burgerlere, özel viski ve rom barlarından absinthe limonata yapan yerlere kadar yemekle, içmekle bitmeyen bir ortamda sadece konserlere kanalize olmak doğru değil.
Saatler 17:10 civarını gösterirken CATTLE DECAPITATION seyretmek üzere çoktan en önde yerini almış arkadaşların yanına gelerek özellikle 2009 sonrası yaptığı tür sınırlandırmalarından koparak büyüyen, ekstrem metal dünyasının tümü içerisinde önemli bir yer edinen yarı-goblin insan Travis Ryan ve şurekasını beklemeye koyuldum. 17:40’ta Anthropogenic: End Transmission ile sonun başlangıcını duyuran ekip, neredeyse %80’i Death Atlas albümündeki parçalardan hazırladığı bir setle çıktı sahneye.
Ben Travis Ryan’dan biraz daha hacimli, biraz daha hükmedici bir duruş bekliyormuşum meğer, çünkü bir parça hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmem gerek. Yine de hem mimikleriyle, hem 90 derece açıyla havaya tükürüp tükürüğünü yakaladıktan sonra ıslak eliyle meme uçlarını söndürme hareketi yapmak gibi fantastik sahne şovlarıyla hem de brutal death metal ayılıklarından tiz goblin çığlıklarına türlü vokal oyunlarıyla yönetti sahneyi. Bu arada David McGraw’a pandemi pek yaramamış galiba; yedikçe yemiş resmen ama o da harika bir davul performansı gösterdi. Monolith of Inhumanity adlı insanlık dışı başyapıtta yer alan Forced Gender Reassignment esnasındaki yüz milyon bpm bas davulları ve trampet cinayeti tadındaki blast-beat‘leri hala kulaklarımda çınlıyor.
Bring Back the Plague gibi bir pandemi marşı, tam karar verememekle birlikte en sevdiğim Cattle Decapitation parçası olmaya çok yakın duran Plagueborne ve kapanıştaki Death Atlas‘ta seyirci katılımı görmeye değerdi. Brutal death metal, grindcore, progresif/teknik death metal gibi esnaf dayağı davetiyesi gibi metal yaparken hem sertlikten ödün vermeyip hem de böyle kitlelere ezberletebileceğin şarkılar yazmak her yiğidin harcı değil. Bu konuda Cattle Decapitation’ın ne kadar üstün olduğunu görmüş olduk.
Ayrıca ya İngilizce bilmediği ya da standart Türk hastalığından muzdarip olup araştırmaya erindiği için dinlediği müziğin sözlerini hiç umursamayan insanların bu müziğin ve kültürün büyük bir kısmını kaçırdığı da tekrar tekrar kanıtlanmış oldu benim nezdimde. Kabul, bazı gruplar için söz zerre önemli değil ve bazıları da gerçekten çok kötü şeyler yazıyor ama sadece Cattle Decapitation’da değil, Brutal Assault deneyimlerimde gördüğüm genel bir şey var: Ne kadar ekstrem veya vokale az önem verirse versin birçok grubun konserinde insanlar ezbere bağırıyorlar sözleri. Bu yüzden bu kadar bağlı, bu yüzden bu kadar “yaşıyorlar abi metali resmen,” noktasındalar. Metalperver olarak zaten kritiklerde -eğer grup sözlere önem vermişse- mutlaka değiniyorum ama bu vesileyle dilin, sözün önemini vurgulamak istedim bir kez daha.
Son olarak da şarkı listesini verelim:
Anthropogenic: End Transmission
The Geocide
Vulturous
Bring Back the Plague
Forced Gender Reassignment
Plagueborne
The Great Dying Pt. II
Finish Them
Time’s Cruel Curtain
The Unerasable Past
Death Atlas
Cattle’ın bitişiyle Ukrayna’nın black metale kazandırdığı son gruplardan 1914‘ün başlaması neredeyse aynı andaydı, o yüzden konser biter bitmez hızla küçük Obscure sahnesinin yolunu tuttuk. Küçük diyorum tabii ama Ankara’da o kadar insanı rahat rahat sığdırabileceğin, ses sistemi saçmalamayan bir alan yok mesela henüz, haha.
Alana vardığımızda 1914 için sıkış tepiş doluşmuştu insanlar. Bayraklar açılmış, Sırp milliyetçi Gavrilo Princip‘in Franz Ferdinand suikastinden ilham alan Fn .380 ACP#19074 (silahının modeli ve seri numarası) parçası eşliğinde yardırıyorlardı. Rusya – Ukrayna savaşını, grubun tüm Avrupalıların çok iyi bildiği temasını ve son dönemde yarattığı heyecanı da düşününce normal.
Vokalist Dmytro Ternushchak, yine son albümden Corps d’autos-canons-mitrailleuses (A.C.M) parçasına geçmeden önce “Biz 1914’üz ve Ukrayna’dan geliyoruz. Bildiğiniz üzere ülkem, bu siktiğimin Rus piçlerinin istilası altında. O şerefsizler ülkemi işgal ettiler. Her gün yurttaşlarım ölüyor; bugün, şu anda, ben konuşurken bile insanlarımızı öldürüyorlar. Kadınlar, çocuklar, herkes Ruslar yüzünden zarar görüyor. Umarım yaşanan şeyleri doğru anlıyorsunuzdur: Sikeyim bu totaliter Rus boklarını! Sikeyim bu totaliter rejimi dayatmasını! Açıkça söylüyorum: Ülkemizdeki her bir Rus piçini öldüreceğiz!” şeklinde bir konuşma yapınca ortalık iyice ısındı. Kaç tane Ukrayna bayrağı açıldı, kaç kişi “Fuck Russia!” diye bağırdı hatırlayamıyorum ama grup son albüm ağırlıklı parçalarını peş peşe patlatırken Ternushchak da artık 1914 için alışılmış bir sahne şovu olarak bir ara seyircinin arasına inip orada söylemeye başladı. Bizim ekipten Selim’in çektiği, Ternushchak ile sıcak dakikalar içeren bir video da var:
Mit Gott für König und Vaterland ve Arrival. The Meuse-Argonne gibi popüler parçalar ile 1914’ün şovu devam ederken bir gözüm de saatteydi. Aslında son dakikalarına yetişip ana sahnede KATATONIA‘ya (ölüsüne diyelim) da bakabilirdim ama günün bundan sonrasını tamamen MERCYFUL FATE‘e göre planlamıştım. Bu nedenle Passchenhell öncesi 1914’e veda ederken özgür geçirebileceğim son bir saatim kaldığını fark edince biraz dinlenmek, karnımı doyurmak, tuvalete gitmek gibi son hazırlıklarımı tamamlayacağım minik bir kampa soktum kendimi.
Programdan kabaca bahsedince bu kamp işinin daha net anlaşılacağını düşünüyorum: Ana sahnenin yan yana kurulmuş iki sahneden oluştuğunu, bunun gün içerisinde daha fazla grubun çalmasına olanak tanıdığını anlatmıştım daha önce. 19:50’de Jägermeister sahnesinde İngiliz doom devi PARADISE LOST çalacak, ardından hemen yandaki Sea Shepherd’da cancel culture‘ın neden ıskaladığını anlamadığım AS I LAY DYING sahne alacak ve onların arkasından yine Jägermeister’da King ile kurmayları arz-ı endam edeceklerdi. Haliyle benim en geç 19:30 gibi Jägermeister sahnesine konuşlanmam, Paradise Lost biter bitmez de dağılacak kalabalığın arasından sıyrılıp öne geçmek için mücadele etmem gerekiyordu.
Mercyful Fate için yaptığım bu plan, diğer sahnelerde çalan ASPHYX, BLOOD INCANTATION, NECROPHOBIC ve UADA‘yı kaçırmama sebep olduysa da (hoş, Uada iptal oldu zaten uçağı kaçırdıkları için) kesinlikle değdi. Tabii o muhteşem konsere geçmeden önce biraz da Paradise Lost’tan bahsedelim.
Defalarca izlediğim için hiç heyecan duymasam da Nick Holmes’u tekrar sahnede görmek (önceki günlerde BLOODBATH‘i de başka grupla takas ettiğim için), Gregor Mackintosh’un kesmemek için direttiği rastalarını savuruşunu seyretmek keyifliydi. Klasik İngiliz züppeliği ve “buralar bizim koçum!” özgüveniyle sahneye çıkan grup, Enchantment, Forsaken, Blood and Chaos gibi ağır parçalarla girdi. Hem seçilen şarkılar hem saat hem de seyircinin -tıpkı ben gibi- bir kısmının aslında başka planlarla orada olması derken Nick Holmes bir ara “Sanıyorum birçoğunuz Mercyful Fate için buradasınız… Aslında ben de onlar için buradayım ama sahneyi King’e devretmeden önce birkaç parça daha çalacağız,” diyerek hem orada öylece dikilen tiplere biraz uyuz olduğunu hissettirmek hem de insanları hareketlendirmek istedi.
Hayli eşlik edilen One Second ve break-down kısmıyla insanları kımıldatan, benim pek sevmediğim The Enemy sonrasındaysa bir kez daha muhabbete başlayıp artık klasikleşmiş şekilde “Şimdi çalacağımız şarkının ismi çok negatif ya… Yani, aslında düşündüğünüzde tüm şarkılarımızın isimleri biraz karamsar tabii; fakat bu gerçekten çok negatif!” diyerek As I Die‘ı sunduğunda bir yandan kafa sallarken bir yandan tebessüm ediyordu insanlar.
Son dönem -gerçi 7 yıllık şarkı, son dönemi mi kalmış- favori doom parçalarımdan biri olan No Hope in Sight ve 2020 çıkışlı son albümden hareketli ve akılda kalıcı gotik metal bestesi Ghosts ile veda ederken bir bayrak yarışı gibi, sahne önünden ayrılan tiplerin yerlerine hemen birileri geçmeye başladı. Tabii ki hemen aralardan sıyrılıp bir şekilde bariyere attım kendimi ite kaka. Yanda As I Lay Dying çalarken nöbetimiz de başladı. En azından sahne kurulumunu izler, hatta belki gruptan birilerini görürüm diye düşünürken birkaç dakika içerisinde ne sahne kaldı, ne bir şey. Şöyle ki:
70-75 dakikalık heyecanlı bekleyiş, The Oath‘un girişindeki günahkar harpischord sesleri, çığlıklar ve gök gürültüleriyle kesilip o dev perde aşağı indiğinde, uzun yıllardır bu kalibrede bir devi izlememiş olan bünyemin Mercyful Fate sahnesine hazır olmadığını anladım. Oyuncak dükkanına girip hangi rafa bakacağını, neyi kurcalayacağını şaşırmış küçük bir çocuk gibi gezegendeki 66. yılını arkasında bırakmasına rağmen sesinden hiçbir şey kaybetmemiş King’i mi izleyeyim, iki katlı, dev ters haçlı enfes sahneye mi şaşırayım, her zamanki şapka-gözlük kombosuyla havasını bozmayan Hank Sherman’ın sololarıyla kendimden mi geçeyim; bilemedim.
Doğru dürüst bir reunion konserine çıkamadan aramızdan ayrılan bas gitarist Timi Hensen’i saygıyla anmakla birlikte ARMORED SAINT ve FATES WARNING gibi isimlerden tanıdığımız Joey Vera’nın gürüldeyen basları, tam önümde duran Mike Wead’in ritim gitarı, DENNER’s INFERNO ile bence hak ettiği ilgiyi görmeyen harika bir heavy metal albümüne imza atmış (vokalde Mats Levén!) Bjarne Thomas Holm’un davulları ve elbette KING DIAMOND‘ın kusursuz sahne varlığı sayesinde The Oath‘ta sözlere eşlik bile edemedim. Ancak A Corpse Without Soul sonrası bağırmaya, tepinmeye, sadece birkaç metre önümdeki efsanelere bir şekilde göz göze gelebilmek haykırıp çığlıklar atmaya başlayabildim.
2023’te çıkmasını beklediğimiz yeni albümden The Jackal of Salzburg sonrası Curse of the Pharaohs, A Dangerous Meeting gibi hitler arka arkaya patladı. Bu kadar büyük olup seyirciyle diyaloğunda bu kadar alçakgönüllü, hatta minnettar bir tavırdan ziyade daha tepeden bakan, teatral bir tavı bekliyordum King’den ama şaşırdım; her parçadan sonra seyirciye teşekkür etmeyi, sohbet etmeyi, onurlandırmayı unutmadı. Hatta eski topraklığın getirisiyle grup elemanlarını tanıtıp Doomed by the Living Dead‘e öyle geçti kral.
Melissa, Black Funeral, Evil, Come to the Sabbath ve Satan’s Fall… Herhalde kendim hazırlasam daha çok keyif alacağım bir şarkı listesi hazırlayamazdım. Kusursuz icra, göz alıcı bir sahne ve şovla büyüledi Mercyful Fate. Konserin sonunda King ile göz göze gelip ben ona “Thank you!” diye bağırırken onun ellerini birleştirip esas ben sana thank you yeğenim, çekmesi, Mike Wead’e bağırıp tebrik ettikten sonra Wead’in penasını direkt bize yollaması, Joey Vera’ya haykırıp dikkatini çektikten sonra güvenliğe şarkı listesini tutturup “şuradaki iki manyağa ver,” diye sevgili On a On – Kenan ile beni göstermesi gibi detaylar ise Mercyful Fate konserini unutulmaz kıldı. Böyle fan modunu açıp çıldırmak gibisi yok doğrusu.
Mercyful Fate sonrası yan tarafta CRADLE OF FILTH başladı ama o saate kadar bir şekilde direnen bacaklar, görevi tamamlamanın da getirdiği rahatlamayla daha fazla taşımaz oldu bedeni. Bir kenarda soluklanıp bir şeyler içerek, Dani Filth’in iyice içine kaçmış cılız mı cılız viyaklamalarını duymazdan gelerek FLESHGOD APOCALYPSE beklemeye koyulduk biz de. Ne yalan söyleyeyim, Fleshgod’ı hayal meyal hatırlıyorum. YouTube’da yakından takip ettiğim hız manyağı Eugene Ryabchenko’nun davullarını unutmak imkansız tabii ama King’in lanetli kutsamasının etkisiyle ayaklarım yerden kesilmiş vaziyette, çok da bir şey anlamadan izledim grubu. Epilogue performanslarını şöylece bırakıyorum:
02:00 sularında otele döndüğümüzde listemdeki bir devin daha üstünü çizmiş olmanın mutluluğuyla savaş ganimetlerime sarılıp şişkinlikten patlamak üzere olan ayaklarımı havaya dikerek ertesi gün izleyeceğim grupları hayal etmeye başladım. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere.
Metalperver’de olan bitenden memnunsanız aşağıdaki düğme üzerinden PATREON’a göz atıp siteye destek olabilirsiniz:
Bu bolumun efsanesi kesinlikle Mercyful Fate olmus. Yaziyi okuduktan sonra hemen Metallica MF medley’i actim haha 🙂 Neden orijinal sarkilari dinlemek yerine bu coveri dinliyorum bilmiyorum ama medley’deki butun sarkilari calmislar sanirim. Harika bir deneyim olmali. King’in kostumunden sahne dekoruna her sey inanilmaz gozukuyor. Diger taraftan Asphyx, Blood Incantation ve Necrophobic’i kacirmak kotu olmus ya. 3’u de izlemek isteyecegim gruplar. MF ardina da CoF koymak ne bileyim.. haha 🙂
Asphyx canlıda zaten vokal yüzünden biraz bayıyor bence ama Blood Incantation ve Necro’ya üzüldüm. Neyse genç gruplar, görürüz daha 🙂