Deathspell Omega – The Long Defeat
Merhaba.
Derinin altından, derinlerden beslenen bir kistin bir türlü kurumayan iltihabı gibi Deathspell Omega da ona karşı tedbirsiz veya kayıtsız olanların tüm önemsizleştirme çabalarını beyhude kılarak modern black metalin belirleyici gruplarından biri olmaya devam ediyor. Şiddeti meşrulaştırmak için elinden geleni yapan dünyaya ilk kehanetin kurban vermek olduğunu hatırlatıp köpeklerin altın tasmalar takıp hep birlikte havlamaya başladıklarında gerekçelendirmelerin bir çırpıda son bulabileceğini haykırmayı sürdürüyor.
Soluk bir atın üzerine binmiş, vicdani ve ahlaki açıdan körlüğe gönüllü bir adamın bahaneler çağında herkesin ve her şeyin harcanabilir olduğu fikrini ölümle yaydığı bu varoluşun temelinde yatan her şeyi sorguluyor Deathspell Omega. Şimdilik ve belki de ebediyete dek son eseri olan The Long Defeat‘te edebiyatın en eski formlarından birini, savaşın vücut bulmuş hali daemon Polemos’u, sonsuza kadar aynı hatayı tekrarlamakla, her seferinde sonuna kadar gelip başaramamakla lanetlenmiş kral Sisyphos’u ve elbette çok daha fazlasını kullanarak müziği, bizler için ise elbette daha da önemlisi, metali sanatlaştırıyor bir kez daha.
The Furnaces of Palingenesia‘da faşist manifesto gibi algılanabilecek sözlerinden dolayı (ben insanı deyim yerindeyse insan yerine koymayan bir oluşumun faşizmi savunabilecek kapasitesi olabileceğini düşünmüyor, Deathspell Omega’dan bu yönde bir mesaj çıkarılmasının tembel ve üstünkörü bir değerlendirme olduğuna inanıyorum diyeyim, bu konu da kapansın) gözardı edilen bir müzikal sükûnet, farklı türlere göz kırpma ve anlatılanlara fon müziği havası vardı. Anlatı kurma anlamında metafizik bir kenara bırakılalı 6-7 yıl oluyor zaten ama bu kadar insani ve haliyle de tartışmaya açık bir anlatı ve melodiklik beklemiyordum. Hoş, Deathspell Omega her yeni eserinde kendini yeniden tanımladığı için kimin ne beklediğinin pek bir anlamı da yok aslında. Buna karşın diskografideki tanrısal işlerin yerini daha insani eserlerin alacağının sinyalini veriyordu bence The Furnaces… ve tanrısal varlıklarla karşılaştırınca biraz zayıf kalıyordu doğası gereği.
İnsan ile tanrılar arasındaki boşluğu dolduruyor The Long Defeat. Paracletus ve sonrasındaki, hem grup hem de black metal için “post” kavramının konuşulmaya başlandığı dönemi daha çok seven bir dinleyici olarak (sevmek başka tabii; Fas… bambaşka bir şey yoksa hala) sadeleşmenin tıpkı kapaktaki dağ gibi basit, fakat inkar edilemez bir görkem kattığını düşünüyorum gruba.
Sadeleşmek öznel bir kavram ve Deathspell Omega özelinde sadeleşme tanımı, birçok grubun hala hiçbir zaman yaratamayacağı bir katmanlılığı ifade etmeye çalışırken yanlış yönlendirebilir okuyucuyu. Ancak eskiden Deathspell Omega’nın müziğini fazla fularlı bulanlar için The Long Defeat savaş baltalarını gömüp barış çubuklarını tüttürme vakti geldiğini müjdeleyebilir. Hala söz, konsept, anlatı tarafında tezler yazdıracak, zamanla yeni anlamlar kazanabilecek kadar geniş ölçekli olsalar da müziğin dikte edici, yıldırıcı karakteri yerini zarif, fakat hala fazlasıyla ölümcül bir besteciliğe bırakmış durumda.
Ekstremliğin sınırlarını uzun süreler boyunca zorlayan pek çok mahir grubun bir noktadan sonra meziyetinin tüm unsurlarını keskinleştirmek ve genel anlamda daha yoğun, daha rafine bir şey haline gelmek için çabaladığını görüyoruz. Tabağın içindekiler giderek küçülürken aroma, doku ve lezzet giderek gelişiyor. The Long Defeat de ekmek içi yemekten beyni hamura dönmüşlerin ulan ufacık şeye o kadar para verilir mi, yorumları yapacağı türden bir tabak sunuyor. “Biz artık böyleyiz!” diye bağıran (kelimenin gerçek anlamıyla) Enantiodromia, MARDUK ve FUNERAL MIST insanı Mortuus’un emreden vokal karakteriyle çok daha anlamlı. Vokal demişken; MGŁA insanı M. ise özellikle Our Life is Your Death‘teki performansıyla göz dolduruyor. Bu ikilinin diğer parçalarda da (Sie sind Gerichtet! mesela) yer aldığına eminim aslında ama önemli olan, karakteristik performansları bu iki parça daha çok. Bu kadar belirgin ve etkili iki ismin Deathspell Omega tavında dövülüşlerini görmek bile eşsiz bir tecrübe.
Vaaz veren ve manifestoyu duyuran açılış, bas gitar odaklı ve belli belirsiz gitarların rahatsız ediciliği üzerinden yine bir bambaşkalık gösterisi Eadem, sed aliter (yılın parçalarından biri benim için) derken ilk 20 dakikası itibariyle Deathspell Omega’nın belki de bugüne kadarki en farklı yaratımıyla karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor. Hele isim parçası, DRUDKH vari bir folk harmanıyla bir yandan işitsel orgazmlara tırmandırırken bir yandan da albümün temasındaki doğa kavramını besliyor. Gitarları, kısacık solo numaraları ve vokaliyle tam bir orta dönem Drudkh şarkısı gibi tınlıyor The Long Defeat. Hayatımda ilk defa bir Deathspell Omega şarkısını başka bir grubun şarkılarına benzettiğimi fark edince ağzım açık kalıyor ister istemez.
Sie sind gericthet! ise bu şaşkınlığı alışıldık, fakat tesiri asla azalmayan gözü dönmüş davullarla gideriyor. Eğer böyle bir şeyden söz edilebilirse Deathspell Omega karakterine daha uygun (ki düz black metal de DSO karakterine hiç uygun bir şey değil aslında haha) bu parça ismi ve sözleriyle kaşıyor yine politik doğruculuğun nepotist dedektiflerini. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin 2. Dünya Savaşı esnasında Parole der Woche’ye yayımlattığı bir propaganda haberinin başlığından yola çıkarak insanın insanlığı yok etme çabasının hiçbir zaman sona ermeyeceği, insanlığın uzun vadede yenileceği, yıkım ve yokoluşun kaçınılmazlığı mesajlarını yineliyor.
Teması ve grubun doğal devinimi gereği kontrolsüz bir vahşilikten ziyade ağırbaşlı ve kişiselleştirmelerden uzak bir karaktere sahip The Long Defeat. Dinleyiciyi çıplak el boksuna davet eden çatışmacı bir tavırda değil; bu nedenle black metal agresifliği o kadar yüksek değil ama son dönemin üst düzey black metal işlerinde gördüğümüz türden bir “beni dinleyeceksiniz!” otoritesi kurmayı rahatlıkla beceriyor. Bu açıdan Deathspell Omega’nın yeni döneminin yöntemi bu olacaksa çok daha fazla insana ulaşabilecek potansiyeli gösteriyor. Fiziksel yıpranmadan, çatışmadan kaçmak insanın doğasında var. Buna karşın iyi bir hatibin ne kadar hipnotize edici olabildiğinin altını çizmek de bu topraklarda 20 yıldır kimin hüküm sürdüğünü düşününce hayli anlamsız.
İnsanlık, doğa, varoluş ve Luciferianizm bir yana; The Long Defeat‘i bu kadar sevmemin en büyük sebebi albüm temasıyla Deathspell Omega müziğinin geldiği nokta arasında hisettiğim, kurabildiğimi düşündüğüm benzerlikler. Bugüne kadar defalarca denemiş, fakat hiç ısınamamış olabilirsiniz; ne var ki black metale gönül vermiş ve güncel olarak takip ediyorsanız uzun vadede Deathspell Omega’ya yenileceksiniz. Bir şekilde dinletecekler kendilerini. Başka birçok şey de anlatıyor ama The Long Defeat, işte en çok bunu anlatıyor bana.
Bu yorumu 11 haziran sabahı Steph Curry şerefsizinin perdelerden çıkarak soktuğu üçlüklerle seriyi 2-2’ye getirmesi acısını deneyimlemiş olarak yazıyorum.
Kritik o kadar detaylı, o kadar güzel olmuş, o kadar aklımda bu albümle alakalı söylemek istediğim her şeye dokunmuş ki yarım saattir ek olarak ne söyleyebilirim diye düşünüyorum yattığım yerde.
Deathspell’in en iyi 4 albümünden biri olduğunu düşünmüyorum. Ama The Long Defeat benim için yılın en özel metal albümü. Deathspell Omega’nın benim hayatımın en özel gruplarından biri olmasını sağlayan detay hiçbir zaman ne yapabileceklerini kestirememiş olmam ve bu albüm bana bunu tekrar hissettirdi. Hiçbir Deathspell albümünde olmadığı kadar bağıra bağıra söyleyebileceğim vokal kısımları, apokastasasas hariç, aklımdan hiçbir şekilde çıkmayacağını düşündüğüm solo dokunuşları, bestede her zamankinden daha önde olan baslar. Eğer minimalist dso grubun devam edeceği yol ise bir sonraki albümlerinde bu soundu mükemmelleştireceklerine eminim. En merak ettiğim detay vokal konusu. Mortuus, M, Aspa triosu ile devam mı yoksa sırf tepkilerden dolayıydı ve sadece Aspa mı devam edecek? Yoksa black metal dünyasındaki kaliteli vokaller sırasıyla albüm kayıtlarında yer mi alacak? Merak içerisinde bu yeni yolun alacağı şekli bekliyorum. Albüme puanım 92.
Merak ettiğim bir olay var. The Long Defeat’te Furnaces ile neredeyse aynı konular işleniyor, belki furnaces kadar sert bir şekilde değil ama aynı tonlar. Eğer bu girdikleri yolda önce Long Defeat sonra Furnaces çıksa insanların gruba tepkisi bu boyutta olur muydu acaba? Bunun bir konsept olduğunu daha net görebilirler miydi? Merak etmeden duramıyorum.
Elinize sağlık kritik çok iyi yine. Buraya gelir gelir yazarım bir şeyler ama önden benim için yılın albümü diyeyim de tarafımız belli olsun. DSO her albümüyle black metalini yeniden tanımlayan bir grup ve bu da DSO 3.0: Duygusal olarak en yoğun DSO. The Furnaces’ten sonra gruba dair heyecanım devam ediyordu ama merağım azalmıştı, bir sonraki albümde artık ne yapabilirler ki diye düşünüyordum. Grup kendini bu şekilde evriltme yoluna girmiş, çok da güzel olmuş. Ezicilik ve dominasyonu bırakıp çok daha hisli bir yola girmişler. Üçleme ve Synarchydeki dinleyiciye huşu hissettiren sounddan vazgeçip ona empati kurdurtabilecek bir DSO bu. Fas’ta örneğin müziğin hissettirdiği çok net bir yabancılık vardı, sanki başka bir dünyadan, başka bir ırkın yaptığı bir müzik gibi hissettiriyordu. The Long Defeat ise tam tersine alabildiğine dünyalı. Sözlerin konseptini de destekliyor bu. Furnaces konseptine dair yazdığım yazıda bahsettiğim gibi üçlemede Nietzsche’ye kadar olan merkezinde tanrının yer aldığı felsefeyi işlemişlerdi, Apokatastasis Panton’la Tanrının ölümünü ilan ettiler ve o zamandan beri (Drought dahil) bu boşluğun yarattığı hem varoluşsal hem politik hem de ekolojik krizi işliyorlar. Sırf bunun için bile saygı duyabilirim gruba. Her şeyin birbiriyle bu kadar tutarlı olmasından acayip memnunum. Ta Si Monvmentvm zamanından beri bazı şeylerin sabit olması ekipteki vizyonun ispatı adeta. Misal, şu kısım Si Monvmentvm sonrasında 2004 yılında verdikleri röportajdan alıntı:
– Obviously the lyrics of “SMRC” deal with the human being, it’s biosphere/biotope and the interaction with the amazing powers inherent to Satan, the radiations of whom irremediably influence and alter human works, visions, eventually human finality.
Aşağıdaki de Furnaces sonrası 2019 Bardo Methodology röportajından:
– What matters is the conduit, man, and his biotope: this planet. At the very end of a superfluous process of vulgarisation, Satan is as undoubtedly real as man makes Him; an egregore, if you will, and its denomination is perfectly irrelevant so long as – after peeling layers and layers of dissimulation – the Accuser and the Adversary stare you in the eyes.
Tabii ki 15 yılda değişen çok şey var ama ana plana bağlılar. Bu kadar övgüye rağmen içime sinmeyen bazı şeyler de var. Onları da madde madde yazayım:
– Prodüksiyon. Bir DSO albümünde gitarın bu kadar geri planda kalmasını kabullenemiyorum. Çoğu zaman sıkıntı olmuyor bu ama özellikle Mortuus’un vokallerinde kimi zaman gitarı duymak için bilinçli çaba sarfediyorum. Davul ve bas gitar mü-kem-mel duyuluyor, fakat bu gitarlardan taviz verilerek olmamalıydı bence. Direk örnek verirsem Enantiodromia’nın sonlarına doğru “And He has come to bring…” kısmında davul kick + zillere vururken gitarın ne yaptığını anlayamıyorum bir türlü. Furnaces’te prodüksiyon olarak zirvesini görmüştü DSO, orada canlı kaydı vs tam olarak öğrenip böyle basit bir hata yapmamalıydı bence. Tabii benim hata olarak gördüğümü bir başkası olumlu bir şey olarak görebilir, belli ki ekip de öyle görmüş, fakat umarım bir sonraki albümde daha ön planda gitarlar duyabiliriz. Gerçi bunları yazarken arkada Eadem, sed aliter’in kapanışı çalıyor ve gruba haksızlık mı ediyorum acaba diyorum, fakat Enantiodromia ve Sie sind gerichtet’i her dinlediğimde bu kulağıma batıyor. Belki de prodüksiyonu Mikko Aspa’ya göre yaptılar ve Aspa’ya uygun olan Mortuus’a uygun olmuyor.
– Davulların sadeliği. Tamam, müzik böyle gerektiriyor ama ben şahsen DSO’dan davulculuk olarak fazlasını bekliyorum. Özellikle Our Life Is Your Death’in sonundaki atakların tekrar etmesi her dinlediğimde kulağıma batıyor. Dürüst olmak gerekirse biraz tembelce geliyor hatta.
– DSO’nun diğer grupları anımsatması. Bu zamana kadar DSO’nun yaptığı her şey uzaylı gibiydi. Kimi zaman The Dillinger Escape Plan’a benzetildi ritmik yapılarından dolayı, kimi zaman Gorguts’tan etkilenmiştir herhalde denildi fakat her zaman DSO olarak tınlıyordu. The Long Defeat’te ise Drudkh gibi (The Long Defeat şarkısı), Colored Sands dönemi Gorguts gibi tınlayabiliyor (Enantiodromia 8:37). Bu da grubun özelliğinden, uhreviliğinden biraz azaltıyor.
– The Long Defeat şarkısı. Şarkı sözleri olarak hikayedeki rolünü takdir ediyorum, çok da güzel şarkı ama müzikal olarak albümün tam ortasında diğer şarkılardan bu kadar ayrıksı duran 8 buçuk dakikalık bir şarkı olmasını garipsiyorum. Ayrıca DSO’ya da böyle bir hipnotizm yakışmıyor bence. Umarım bir deneme olarak kalır.
– Sie sind gerichtet!’teki Yes, we saw you!’ların ikinciye tekrarlaması.
Bunların biraz armudun sapı üzümün çöpü, başka bir grup yapsa hiç kulağıma batmayacak şeyler. Ama ben Deathspell Omega’dan mükemmellikten daha aşağısını beklemiyorum. Si Monvmentvm’dan beri yaptıkları her şey kusursuz olduğu için sitemim. Sie sind gerichtet’in 4.30’lardan sonrası hayatımda duyduğum en güzel şeylerden biri, Enantiodromia’da çıldırıyorum, Our Life is Your Death dinlerken gözlerim doldu, sonuçta DSO hala hayatımın grubu. Bu yeni soundu da bir sonraki albümde mükemmelleştireceklerine eminim. İlk defa Si Monvmentvm’un boğuculuğunu dinlediğimde Fas’ın bu denli zorlayıcı ve kelimenin tam anlamıyla uhrevi, ayin gibi, anlaşılacak değil deneyimlenecek bir şey (şey kelimesini sevmem ama müzik demeye albüm demeye dilim varmıyor) olacağını kestiremezdim. Defalarca kez dinleyip Fas’ı kanıksadığımdaysa Paracletus’un ilk notalarında yaşadığım şoku ve evden çıkıp metroya doğru yürürken Epiklesis I’in sonuna geldiğimde aldığım sapıkça zevkten suratımda oluşacak sırıtışı tahmin etmeme imkan yoktu. DSO’yu 2014’te keşfetmiştim. 2 sene boyunca manyak gibi bütün diskografiyi ezberlemem, şarkılarını çalamasam bile nasıl çalındığını öğrenmem ve grubu bu denli içselleştirmem bile 2016’da çıkan Synarchy’deki bu denli yoğun, ezici, bu dünyanın ötesindeliğe; adeta Lovecraft hikayelerinde kozmik varlıklarla karşılaşıp onların karşısındaki çaresizliğini algıladıktan sonra aklını kaybeden meczuplardan biri gibi olmama hazırlayamadı beni. 6 sene geçti üzerinden ama hala en sevdiğim albüm Synarchy. The Long Defeat’ten sonrasının da hiç beklemediğim bir şekilde olacağına adım gibi eminim.
Böyle yorumlar okuyunca kendimi primat gibi hissediyorum ya hahahah
Estağfurullah abi senin yazdığın incelemeleri çok severek okuyordum ben
Bilmukabele abi, keşke vaktin olsa düzenli kritik yazsan. Her gün metro kullanıyorum senin dso yazılarını kaydettim instapaper’a ne zaman boş kalsam tekrar tekrar onları okuyorum.
Çok teşekkürler. Mezun olduktan sonra daha çok boş vaktim olur rahat rahat yazarım çizerim diyordum da tam tersi oldu fgdfg. Biraz da ben kaşındım ama şikayetçi değilim valla. Her şey yolunda giderse ocak gibi bayağı rahatlayacağım belki tekrar dönerim yazmaya.
“Ancak eskiden Deathspell Omega’nın müziğini fazla fularlı bulanlar için The Long Defeat savaş baltalarını gömüp barış çubuklarını tüttürme vakti geldiğini müjdeleyebilir.”
Bahsedilen güruhtan biri olarak ne albümü dinlemelere doyabildim bugüne kadar, ne de yazıyı okumaya. Kaleminden kan damlamış yine adminin.
Bir iki cümle de “Our Life is Your Death” için de görmek isterdim aslında. Yahşi Batı’da çadır içindeki sekansta Cem Yılmaz’ın Özkan Uğur’dan emaneti alıp tek nefesin ardından verdiği tepkiyle eşdeğer anlar yaşatan bir şarkı nazarımda…
Yılın kritiği budur galiba ya.Yakıp yıkacak bir Panzerfaust albümü gelirse ve bu paralelde bir kritik çıkarsa tekrar değerlendirmek gerekebilir tabii…
Deathspell Omega duygusal atmosfer yaratma konusunda başarılıydı her zaman. Eskiden bunu hüzün veya umut kırıntıları şeklinde kaosun ve nefretin atonalliğin içine yediriyorlardı ama bu son albümle birlikte neredeyse post black veya abm diyebileceğimiz bir seviyede artırmışlar bu durumu. Bu yönde ne kadar maharetli olduklarını ileride daha da yoğun bir şekilde duyarız umarım.
Kendi karakterlerini kaybetmeden dönüşmeye devam ediyorlar ve bu albümü de ona göre değerlendiriyorum ben. Aslında ilk kez bu kadar ne yaptığını bilmez oradan oraya atlıyor gibi duruyor Dso müziği ama bu özgürlük ve rahatlık de bu albüme ayrı bir güzellik katmış bence. Albümü dinlerken hem Dso derinliğini hem de punkın umarsız isyanını hissediyorum Polonya akımına benzer bir şekilde. Bu da beni ilerisi için daha da heyecanlandırıyor. The Long Defeat haricindeki diğer şarkıları fazlaca beğendim. 90/100 puanına katılıyorum.