Ophidian I – Desolate
Merhaba.
Diğer her şey gibi death metalin standartları da zamanla değişiyor. Yıllarca Morrisound Stüdyoları’ndan dünyaya yayılan habis sesleri taklit etmeye çalışan grupları veya İsveç’in melodi ustalarını dinleyerek büyüyen gençler, onlarınkinden daha farklı maceralara çıkmanın peşindeler. Zaman, küreselleşme ve teknoloji üçlüsünün etkisiyle, bu işe baş koyan herkes üç aşağı beş yukarı 90’larda yapılan standart death metale yakın bir iş çıkarabilir; old school etiketiyle önümüze konulan onlarca yeni yetme, karbon kopya kağıdı ayarındaki grup ve albüm de bunun kanıtı.
Bu kolaylık, tutkusuzluk ve samimiyetsizliği de beraberinde getirdiğinden eldeki diğer seçenek ise zamana ayak uydurup daha zorlayıcı, daha teknik, daha karmaşık bir death metale yönelmek. Tabii ki geçmişe uzanınca orada da ulu erenlerin tabletlere kazıdıkları ebedi kuralları ve rehberleri bulmak mümkün; fakat hala yeniliğe, üzerine bir şeyler eklemeye açık olduğu için genç müzisyenlerin daha fazla rağbet ettiği teknikli, progresifli death metalin günümüzde death metal konusunda statükoyu belirlediğini söylemenin yanlış olmayacağı kanaatindeyim. 90’lar tayfa “old school da ne demek kardeşim, bir tane death metal var zaten o da bu işte!” diye hayıflansa da artık birden çok, çok daha fazla sayıda death metal var ve birinci sıradaki da maalesef 90’lar mağara adamı death metali değil.
2010’da kurulan ve bugün konuşacağımız Desolate haricinde tek bir albüme sahip İzlandalı teknik death metal beşlisi Ophidian I da benzer bir mantık üzerinden gidip death metali insanı hayrete düşüren bir teknik hakimiyet ve sekmezlikle icra ederek tarih öncesi çağlardan kalma death metali sevenlerin gözünde değersiz görülebilecek bir anlayışı benimsemiş. İnsanüstü hızlardan, akrobatik gitarlardan ve kulağı bu seviyeye alışkın olmayanlar için gerçekliği sorgulanabilecek kadar mekanik bir müzikten bahsediyoruz kısacası. Tenha bir arka sokakta denk gelirseniz ağzınıza yumruğu çakıp cüzdanınızı çalacak ter kokulu pis bir gaspçıdan ziyade jilet takım elbisesi ve güleryüzüyle kapınızı çalıp ne olduğunu anlayamadan sahip olduğunuz her şeyi kaptıracağınız profesyonel bir dolandırıcı gibi de düşünebilirsiniz; ben nedense böyle şeyler düşünüyorum çünkü Ophidian I dinlerken.
Tüm dünya gibi ben de Season of Mist‘e geçip Avrupa’da pazarlanmaya başlayınca tanıdım Ophidian I’ı. Buna karşın hiç de yeni tanışmışlığın çekimserliğini, tutukluğunu yaşamadım Desolate‘i dinlerken. Grubun modern tarzı ve steril prodüksiyonu, daha önce dinlediğim onlarca ruhsuz, soğuk teknik death metal grubundan zerre farklı olmadığı için ısınmakta (ve soğumakta) zorluk çekmedim pek. Helfró, Beneath, Une Misère ve Atrum gibi gruplardan tanıyabileceğiniz elemanlara sahip İzlandalı ekip, ülkeden ve referans isimlerden beklenmedik bir teknik death metal standartı yakalamış durumda. Standart belirleyici isimlerden farklı olarak ise Ophidian I’ın kendine has, çok zengin bir melodi ve düzenleme mahareti olduğunu, Desolate‘i de bu nedenle beğendiğimi ve – fark ettiğiniz üzere yarım ağızla da olsa- övdüğümü söylemem gerek.
Hayvan evladı Ragnar Sverrisson’ın tekdüze ama kondüsyon açısından takdire şayan blast-beat davulculuğu, albümün olağanüstü hızının da dayanak noktası. Özellikle bas davuldaki double stroke (önce bir ayak çift vuruş yapıyor, sonra diğeri) tekniğinin kusursuzluğu, hız sınırı tanımamalarını sağlayarak gitarları da özgürleştirmiş. Üzerine çok bir şey koymayınca çabucak alışıp baydı gerçi beni Sverisson’un performansı. Bir süre sonra e anladık, hızlısın, sıkıcılığına ulaşan davuldan ziyade zaten Desolate‘in esas olayı da o muhteşem çift gitar kombinasyonları.
Standart dedik, statüko dedik; Ophidian I, teknik death metale uyumsuzluk pratiklerinin, karamsarlığın, boğuculuğun, merhametsizliğin hakim olduğu bu devirde melodiyle, 270 bpm blast-beat atılırken bunu söylemek abes kaçacak ama yumuşakbaşlılıkla, adeta minnoşlukla kalabalığın arasından sıyrılmayı bilmiş. Keyifli, dinlerken bunalmayacağınız, taklalar attırsa da kusturmayan bir hız treni tadında Desolate. Bence hala çok mekanik ve ruhsuz, o yüzden de belli bir yere kadar sevebiliyorum; ancak grubun özellikle gitar tarafındaki hünerlerini gözardı etmek düpedüz cahillik olur. En büyük örneklerini Sequential Descent‘te göreceğiniz üzere gitar ikilisi neredeyse DRAGONFORCE misali bir akrobasi ve paslaşma döngüsünde solodan soloya koşuyor. Üstelik bunu riften, bestenin iskeletinden yemeden yapıyorlar. Captive Infinity‘nin flamenkosu, Enslaved in a Desolate Swarm‘un dev ritimleri (albümün en groovy anları gerçekten bu şarkıda) derken olayın sadece muazzam sweep picking‘ler, kıpır kıpır tapping‘ler olmadığını ve Ophidian I’ın bütünü gözardı etmediğini görmek kesinlikle albüme ayırdığım süreyi katladı. Muhteşem anlardan, şovmenlikten çok daha fazlasına sahip bir albüm Desolate, hakkını vermek şart.
Günün sonunda albümden alacağınız haz tıpkı bende olduğu gibi gerçeklik algısını zorlayan mekanize hız ve tekniğe kendinizi ne kadar ikna edebildiğinizle ilgili olduğu için Desolate ile ilgili ekstra söylenecek bir şey bulamıyorum. Grubun 39 dakikaya, 39 dakikanın hak ettiğinden çok daha fazlasını sığdırdığını, bunu yaparken zaman zaman türe mesafeli benim bile aklımı aldığını, toplamda da albümün müthiş akıcı ve “bazı nerdler mastürbasyon yapıyor,”‘un ötesinde bir müzik hissine sahip olduğunu söyleyebilirim sanırım. Eğer OBSCURA, BEYOND CREATION, THE FACELESS gibi teknik death metalin daha efendi tınlayan isimlerini (ULCERATE‘e, DEMILICH‘e nazaran yani) seviyorsanız Ophidian I’ı da mutlaka bağrınıza basarsınız. Ben hala biraz uzaktan, elimde eldivenle seviyor gibiyim. Belki bir sonraki albümde, kim bilir.
83/100
Metalperver’e destek olmak için aşağıdaki düğmeye tıklayıp PATREON sayfamıza bir göz atın: