At the Gates – The Nightmare of Being
Merhaba.
Askerliği saymazsak herhalde son sekiz-on senede hayatımda en az yazı yazdığım dönemdeyim. Gündelik bir alışkanlığa dönüştürdüğüm albüm inceleme/kritikleme işi benim için bisiklete binmeye benziyor artık ama arka arkaya öyle albümler çıktı ki son birkaç hafta içerisinde, geri döndüğümde incelenmeyi bekleyen canavarlardan biraz gözüm korkmadı desem yalan olur. Normalde yavaştan yaz turlarının, festivallerinin başlaması gereken dönemde salgın nedenli bir kayma yaşıyoruz ve yeni albüm çıkışı bakımından son birkaç seneye kıyasla çok daha yoğun, hızlı bir yaz mevsimi geçireceğiz gibi görünüyor. Bugünlerde posta kutumda, takip listemde parıl parıl parlayan en önemli albüm ise melodik death metalin en büyük isimlerinden, Göterborg’un altın çocuğu At the Gates‘in yeni albümü The Nightmare of Being ve nihayet yavaş yavaş yerleşmeye başladığım, internete kavuşturduğum yeni evimde ilk yazacağım yazının bir At the Gates albümüne ait olması, hoş bir ev hediyesi gibi de oldu açıkçası.
Biraz geçmişe gidip az sonra söyleyeceklerimin arka planını kuvvetlendirmem gerekirse To Drink From the Night Itself‘i bir parça tembel ve sıkıcı bulduğumu yazısında da söylemiştim ve çok iyi yaşlanmadığını gördük zamanla. Spotify dinlenme sayılarına bakarak bile At War With Reality‘nin, ardılını neredeyse her şarkıda ikiye, hatta üçe katladığını görmek mümkün. Sadece bu şekilde açıklanamaz elbette ama sağlam bir örnektir. Aklımda çok bir şey kalmadı TDFTNI‘ten ve At the Gates istediğimde açacağım ilk üç-dört albümden biri mi, pek emin değilim doğrusunu isterseniz.
At the Gates, özellikle de Björler’in ayrılığı nedeniyle, artık yeni bir şeyler denemeli ve 2020’lerde yeni bir yolda yürümeli. Grubun 3-4 dakika ortalama uzunluklarda, dört sayıp kapıyı camı indireceği agresif günler çoktan geride kaldı; her bir eleman çoluğuyla, çocuğuyla kocaman adam artık ve ergen ateşiyle, isyanın tavında dövülmüş keskin uçlu şarkılar beklemek biraz hayalcilik olur. Geri dönüş sonrası bir parça karanlık, bir parça atmosfer yoğunluğu ile (Night Eternal‘ı canlı izler/dinlerken gözü dolanlar burada mı?) olgunluğunu göstermişlerdi zaten ama TDFTNI, Björler sonrası biraz panikli, o yüzden de güvenli, haliyle de -kendi içinde- sıkıcıydı benim için. Bugün puan versem 70-75’i geçmez.
Belki de bu nedenle olacak, The Nightmare of Being öncesi Tompa’nın “bu defa bazı ilginçlikler peşindeyiz ama hayırlısı bakalım, ben de bilmiyorum ne çıkacak,” şeklinde özetlenebilecek açıklamalarını çok değerli bulmuştum. Kaldı ki grubu, Tompa’yı yakından bilenler onun boş atmayacağını da çok iyi bilirler; çoğunlukla “her ne yapıyorsak yine onu yapıyoruz,” tarzında konuşan, net ve çizgisi belli bir adamdır. Bu doğrultuda, paylaşılan üç şarkı herhalde At the Gates gibi bir dev söz konusu olduğunda ilk defa bu kadar fikir ayrılığına neden oldu ve bir kesim eski enerjiyi, çiğliği bulamadığından, progresiflikten dert yanarken benim de içinde bulunduğum bir diğer kesim ise temkinli, sakin kalmaya çalıştı. The Nightmare of Being nihayet yayımlandığında gördük ki bugüne kadar yapılmış en farklı, en yenilikçi ve en ilginç At the Gates albümüyle karşı karşıyayız. Bu, iki tarafı da keskin bir kılıç demek elbette.
Kılıcın içe bakan yüzü hakkında hızlıca bir-iki bir şey söyleyip geçmek istiyorum. Ben At the Gates formülünün zaman karşısında başarısızlığa muhtaç olduğunu, grup yaşlandıkça eski vurdulu-kırdılı parçaları yapmaya devam etmesinin giderek zorlaşacağını, bu nedenle de formülün ana parçalarını kaybetmeden müziğini başka bir şeye dönüştürmesi gerektiğini savunuyorum. Haliyle gruptan eskiyi bekleyenleri gayet iyi anlamakla birlikte bu beklentiyi mantıklı bulmuyorum. Zaten bu formülü binlerce grup taklit etti yıllar içerisinde ve hiçbiri uzun süre stabil halde tutamadı bu deney tüpünü. Ha, bu arada At the Gates de bir anda atonal oryantal slamming power metal yapmaya başlamamış; Spectre of Extinction gibi thrash gazıyla giren, The Paradox veya The Abstract Enthoned gibi THE CROWN‘ın coşkulu zamanlarını anımsatan, İsveç (Göteborg) melodik death metalinin statükosunu koruyan birçok kaliteli şarkıya yer verip gönüllere su serpmeyi ihmal etmemiş.
Hemen de şarkıları konuşmak istemiyorum ama Touched by the White Hands of Death‘in 57 saniye süren girizgah sonrasındaki patlaması, “oh be, her şey yine ne kadar da güzel!” dedirtmiyorsa zaten siz At the Gates hayranı değilsiniz demektir, sizi bağlamıyor burada konuşulanlar. Bir de hemen araya sıkıştırayım diyeceğim ama açılış parçasındaki o manyak solonun Andy LaRocque‘a ait olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde. Büyük usta toplamda 3. defa bir ATG şarkısına konuk olurken şarkıya Euro 2020 Avrupa Şampiyonası’ndaki Türkiye muamelesi etmiş, diyebiliriz sanırım kabaca.
Şimdi gelelim The Nightmare of Being‘in alamet-i farikası olan, yeni ve ilginç atraksiyonlara. Biraz performans değerlendirmesine girmek gerekirse, her şeyden önce 50 küsür yaşındaki Tompa’nın 16-17 yaşından beri aynı ciğer söken, işkence görüyormuşçasına, insanı kahreden vokallerinin daha ne kadar bu seviyede kalacağını bilemeyiz ama yani, insaf be adam ya! Hem TDFTNI albümünün çöp prodüksiyonuna göre cayır cayır duyuluyor hem de performans bakımından yine döktürüyor Tompa’nın vokalleri. Söz yazımı konusunda ne kadar hünerli olduğu biliniyor zaten ve yine kozmik boyuttaki karamsarlığını ağzımıza yüzümüze vuruyor enfes sözlerle. Erlandsson’lardan Adrian olanı (kardeşi Daniel da ARCH ENEMY‘de davul dövüyor çünkü), yine sanki sakin bir Pazar sabahı kahvesini yudumlayıp gazetesini okuyormuş kadar rahat bir biçimde yüksek tempo skank-beat ritmine sırtını yaslayıp albümü sürüklerken Jonas, bas gitarıyla bazen kendisini konfor alanının dışına çıkmaya zorluyor. Öyle ki 6:45 süresiyle albümün en uzun parçası konumundaki The Fall of Time, bir noktada Jonas-Adrian ikilisinin jam-session ürünü gibi hissettiriyor. Ayrıca senfonik ögelerle birlikte progresif dozajının yüksek olduğu parçalardan biri The Fall of Time. Benzer şekilde Cosmic Pessimism de atipik beste yapısıyla öne çıkan şarkılardan. Normalde nadiren başvurdukları, onda da sıklıkla bir anlatı unsuru olarak, eser miktarda kullandıkları sakin, temiz konuşma vokallerini şarkının tamamına yayarak şaşırtmayı başarıyorlar.
Promo röportajlarından birine “death metalin KING CRIMSON‘ı olmak istiyoruz,” gibi bir cümle kuran Tompa’nın bu arzusu, 4. parça Garden of Cyrus‘da olan biteni açıklamaya yeter de artar ama saksafon sololu, caz etkili, Jonas’ın basını konuşturduğu bu şarkıya bir parantez açmamak olmaz. Grubun gitmek istediği yere ışık tutuyor Garden of Cyrus ve henüz deneyimsiz oldukları bir yolda olduklarından bence epey tökezlemişlerse de ayakta kalmayı başamışlar. Zaten albüme dair en büyük eleştirim progresif ögelerle geleneksel melodik death metal pratiklerinin birbirine tam manasıyla kaynaştırılamamış olması. Haliyle Garden of Cyrus da diğer birçok şarkı veya kısım gibi biraz sırıtıyor. Direkt hayranları ikiye bölecek bir şarkı olsa da ve tek başına bence yeterince güçlü tınlamasa da ATG diskografisinin dönüm noktalarından biri kesinlikle. Bu arada saksafon enstrümanı da (Niyazi Gül çıktı içimden) resmen kadrolaşıyor death metalde. Eğer bir death metal grubunda yer almak istiyorsanız hemen gidip saksafon öğrenin, çünkü işiniz garanti gibi artık.
Negatif düşüncelerimi de paylaşmış oldum aslında büyük oranda. Biraz uzun, senfonik sample kısımlarının çoğu havada kalıyor ve grubun eski-yeni anlayışı arasındaki çatışma, henüz o yerine oturmamışlık duygusu açıkça hissediliyor bence ama The Nightmare of Being, üzerine zaman harcamaya değecek, dinledikçe açılabilecek ve ilerisi için ipuçları veren bir At the Gates albümü olarak hayran/fan gözlüğünü çıkarıp baktığınızda grubun 2. baharının en enteresan eseri. Günlerdir çeviriyor, çevirdikçe yeni bir şeyler keşfediyor ve üzerine düşünüyorum ve iki saat, iki sayfa yazı yazdıktan sonra aslında tek bir cümle ile özetleyebileceğimi fark ettim: At the Gates’in 90’larını yaşamamış ve metali modern zamanlarda keşfetmiş genç dinleyicilerin rahatlıkla sevip benimseyebileceği, yaşlı metalcilerin ise burun kıvıracağı ve şans vermeyeceği bir albüm bu.
Peki bu cümle ne anlatıyor? At the Gates’in yaşlanmadığını ve eskimediğini anlatıyor. Eh, bu da benim için fazlasıyla yeterli. Artık daha heyecanlıyım.
80/100
Metalperver’e destek olmak için aşağıdaki düğmeye tıklayıp Patreon’a bir göz atabilirsiniz.
Öncelikle yazı çok güzel. “Öncelikle kılıcın içe bakan yüzü…” ile başlayan paragrafta anlatılanlar önemli tespitler. Ama söyleyeceklerim var!
At The Gates sevebildiğim tek Götebörg usülü death metal grubu. Hatta bence In Flames ve Dark Tranquillity’den ayrı tutulması gereken, sadece coğrafi sebeplerden Götebörg grubu dendiğini düşündüğüm bir grup. Götebörg’den değil de sallıyorum Sivas’tan çıkmış olsa Sivas death metali der ve ATG ve ondan etkilenmiş sayısız grubu Götebörglü grupların karşısına koyardık. Her ne kadar Slaughter of the Soul gibi Terminal Spirit Disease gibi başyapıtların çıktığı zamanları görememiş, o zamanlarda aklımı kaybedememiş olsam da At War With Reality’nin çıkmasını deli gibi bekleyen kitledendim ve çıktığında kafayı yemiştim. Bağımlısı olmuştum adeta. Gitar çalmaya yeni başladığım zamanlara denk gelmişti ve her şarkısını analiz ediyor, farkında olmadan gitar tekniğimi üzerine kurduğum albümlerden biri yapıyordum. Gecikmiş de olsa manevi bağ kurulmuştu. Hala açıp açıp heyecanla dinliyorum AWWR’yi.
To Drink From The Night Itself tabii ki de hayal kırıklığıydı ama ATG işi olduğu için, o ruhu taşıdığı için onu da defalarca kez dinlemiştim. The Nightmare of Being’se en ATG olmayan ATG albümü. Problem progresifleşmeleri, yeni şeyler denemeleri değil. Benim gözümde ATG aceleci, lafı dolandırmayan bir gruptu. Denedikleri yeni şeyleri de bu metotla denemelerini isterdim. The Fall Into Tİme örneğin, bazı kısımlarda benim için hiçbir şey ifade etmeyen nota basmalarına dönüşüyor. Veya Garden of Cyrus, tamam saksafon kullanmışlar, iyi güzel ama kullanmış olmak için kullanmışlar gibi. Uzun şarkı yazarken bütünlük hissinden çok uzaklaşabiliyorlar bazen.
Diğer eleştirim albümün yırtıcı olmak istediği anlarda çok yırtıcılaşamaması. Gitar tonunu envai çeşit sample’la synth’le birlikte barınabilmesi için olsa gerek, pek yırtıcı bir ton değil. Diğer sebebi de yazıdan farklı olarak en sevdiğim vokalistlerden olsa da Tompa’nın bu albümde kariyerinin en zayıf vokal performansını sunduğunu düşünüyorum. Bazı kısımlarda zorlandığını hissediyorum albümü dinlerken, sesi yetmiyor gibi. Bu da benim için albümün en üzücü yanı oldu. Umarım geçici bir durumdur, albüm kaydına hastalık vs denk gelmiştir. Sesiyle zehir kusabilen, acı çekebilen, öfkesini aktarabilen, duygudaşlık edebildiğim birinin, kaçınılmaz da olsa, bunu kaybetmesini istemiyorum. Yine de zayıf Tompa > bir sürü vokalistin toplamı.
Ha Cult of Salvation, Cosmic Pessimism muazzam şarkılar ve albümün geri kalanı da keyifle dinletiyor tabii. Ben TNOB’yi de çok sevdim. Sadece insan sevdiğinden daha fazlasını bekliyor şikayetim ondan. Ayrıca Tompa sözleri <3 <3 <3. Örneğin Abstract Enthroned'daki
Through distorted mutations
The aberration born
Crowned in madness perverted
Piercing through our form
Hayatımda gördüğüm en zeka dolu din eleştirilerili şarkı sözlerinden biri bu. Veya Cosmic Pessimism'de
Huge, impossibly regular shapes of rutted charcoal rocks hover above us
(…)
Around you this night, a thousand million firefly anatomies
Breathe in and out in their slow burning, liturgical glow
Impersonal sadness, to become overgrown, like a ruin
Sadece okuyunca bile tüylerim diken diken oluyor.
Inter-dimensional incarcerations
Invoking chaos and flame
Upon the throne, the abomination
Cerebral horror, cerebral horror profane
Çok büyük adamsın Tompa diyor ve bu fanboy yorumunu sonlandırıyorum.
Resmen haksızlık etmişim bu albüme, ilk çıktığında benim gibi albüme pek ısınamayanlar varsa tekrardan bi şans vermelerini öneririm. Lock Up’ın single’larından sonra gaza gelip tekrar döndüm bu albüme, dünden beri yaklaşık 10 tur dinledim (hala dinliyorum) dinledikçe açılıyor albüm. Bazı kısımlarda biraz adrenalin eksikliği var ancak grupla empati kurunca, yapmaya çalıştıkları şeyi anlayınca/kabullenince bu durum göz ardı edilebilir bir hâl alıyor.
Ayrıca Tompa ne karizma adam lan. Keşke mahalleden bi abim olsaydı arada sırada sahile gider bira içerdik
Adamın öğretmen olduğunu düşününce ne öğretmenler var diyorum. Böyle sosyal hocam olsa sözelci olurdum (hayır).
Aynı tepkiyi Nocturno Culto’nun öğretmen olduğunu öğrenince vermiştim ben de 😀
Bunu bilmiyordum bak. Tompa’dan daha garip geldi 😀
Cryptopsy’nin eski vokali Lord Worm da ogretmendi sanirim. Bence en ilginci o 🙂