Klasik Bir Cumartesi: Morbid Angel – Altars of Madness
Merhaba.
Bir başka grup ya da akım üzerinden tarif edilmeye ihtiyaç duymayan kaç grup sayabilirsiniz? Suyun başı derler ya hani, ancak öncü ve ilk olanları dahil edebileceğimiz bu listenin death metal bölümünde, en üst sıralarda Morbid Angel çıkacak karşınıza. Belki Altars of Madness da çıkabilir gerçi; çünkü Floridalı devin ilk albümü öyle bir eser ki neredeyse kırk yıla yayılan şatafatlı bir kariyerin önüne geçip Morbid Angel’dan rol çalsa, kimsenin buna karşı çıkacağını zannetmiyorum.
Ritim, müziğin tetikçisi ve eğer şarkının ilk rifininin tersten çalındığı o efsanevi açılış sonrasında (tüm zamanların en iyi intro fikirlerinden biridir aynı zamanda) Immortal Rites‘ın Pete Sandoval imzalı şeytani ritmine kendinizi kaptırmıyor, pazarlık masasına ruhunuzu koymuyorsanız bir şeyler fena halde yanlış demektir. Bir Deus Ex Machina gibi (tabii çarpık, rahatsız bir Deus bu) tepeden inip insan hayatında kökten değişimlere neden olabilir Immortal Rites; olacaklardan habersiz, masum ruhlara bu riski kabul ederek oynatma tuşuna basmalarını salık vermek, her sorumlu metal neferinin asli görevleri arasında bulunmalıdır!
Tabii Altars of Madness konuşmak için biraz Leprosy‘den de (bir türlü sıra gelmedi şu albüme de) bahsetmek gerekiyor; DEATH efsanesinin 2. uzunçalarını duyan her genç grup gibi Morbid Angel tayfası da soluğu Morrisound Stüdyoları’nda alıyor çünkü. Death Scott Burns ile çalışmışken Morbid Angel, Earache Records‘un kurucusu olması dolayısıyla birçoğumuzun hayatına hayli etki etmiş Digby Pearson ile çalışıyor ve aynı sene içerisinde kaydedilen Slowly We Rot, World Downfall ve Altars of Madness ile Morrisound, Death’in temelinin üzerine Florida ekstrem metalini şekillendiren çimentoyu döküyor dünyanın üzerine.
Standartlar belirlenene kadar her grubun bir öncekinden biraz daha ekstrem olmaya çalıştığı 80’ler ekstrem metalinde Altars of Madness, oyunu bozup masayı deviriyor adeta. Trey Azagthoth – Richard Brunelle ikilisinin gitar işçiliği, absürt derecede ekstrem ve kulak tırmalayıcıyken grubun tekil anlamsızlıklardan gayet akılda kalıcı, hatta bir kere o cazır cuzura alışınca dinlemesi de giderek kolaylaşan bir bütün yaratabilmesi olacak iş değil. Üzerinden geçen otuz küsür yıla rağmen hit özelliğini kaybetmeyen güçlü şarkılar, müziğin büyüsüne duyduğumuz inancı körüklüyor ve “o gün, o an her şey çok yolunda gitmiş; gezegenler filan hep doğru hizadaymışsa demek,” düşüncelerine yol açıyor. Özellikle söz bakımından ergenlik ateşinde pişmiş Immortal Rites, Maze of Torment, Chapel of Ghouls gibi şarkıları hala aynı coşkuyla dinliyor olmamızın başka bir açıklaması olamaz gibi zaten.
Satanizm (Dead, your god is dead/Fools, your god is dead/Useless prayers of lies/Behold Satan’s rise!) ve paganizmle, tanrı tanımazlıkla yoğrulmuş sözleri (God of lies and greed/God of hypocrisy/We laugh at your bastard child/No god shall come before me!) anlaşılabilirlik sınırında bir brutal vokalle, büyük bir tutkuyla haykıran büyük usta David Vincent’ın bugün death metal için neredeyse minnoş diyebileceğimiz vokali, Pete Sandoval’ın agresif oğlu agresif davullarıyla ilginç bir denge kuruyor. Özellikle Pete’in ölgün tom davulları ile kupkuru trampet tonu, Altars of Madness‘e daha da organikleşen bir tehditkarlık katıyor. Adamın aynı sene hem Terrorizer hem de Morbid Angel ile ekstrem metal davulculuğunun kitabını yazması da büyük delilik değil mi? Sonradan dindar bir kimliğe bürünüp “Morbid Angel ile başardıklarımdan gurur duysam da grubun satanist karakteri yüzünden bir daha onlarla çalmam mümkün değil,” dediyse de kutsanmışların hastalığını gene en iyi o bilir; bize laf düşmez.
Death metal gitarcılığında hak ettiği yerde bulunmadığına inandığım Trey Azagthoth, yer yer Kerry King’i akıllara getiren kaotik soloları ve kusursuz albüm kapağının keşmekeşine fon müziği tadındaki rifleriyle, David Vincent üstadımız otoriter bas ve vokaliyle, Pete Sandoval azmanı hem makine işlevselliğinde hem de insan organikliğinde olabilen davullarıyla, son olarak da son olsa da bir o kadar önemli, rahmetli Richard Brunelle’in tıkır tıkı ritim gitarlarıyla Altars of Madness, tıpkı grubun ilham aldığı Necronomicon gibi (Lovecraft’ın kendi külliyatını beslemek adına kaleme aldığı bir pseudo-tarih kitabıdır, gerçek değildir!) death metali kendi Necronomicon‘una kavuşturuyor. Bilen bilir; bir kez böylesi güçlü büyülerle işlenmiş bir kitabın kapağı açıldı mı en derin karanlıklarda yitip gitmesi gerekenler günyüzüne çıkar ve durdurulamaz olanın yürüyüşü başlar. Death metalin yürüyüşünü başlatan albüm Altars of Madness değildi belki ama en önde durup sancağı taşıyan, orduya yol gösteren o oldu.
100/100
Patreon’da hedef: 26/35
Metalperver’e destek olmak için aşağıdaki düğmeye tıklayıp bir göz atabilirsiniz:
Nerdeyse her şarkısı hit albümün. İlham perisi değil belki ilham şeytanının fısıldadığı muazzam besteler, çiğ ve vahşi bir sound… Belki o yılların kayıt teknolojisinin de etkisi vardır ama bas gitarın biraz geri planda kaldığını düşünüyorum. Çok önemli bir sorun değil, ki zaten genel olarak ilk dönem death metalde bas gitar görev elemanı olmanın dışına çıkmaz. Ama yine de bu albümün bir yeniden kaydı hoş olabilir gibi.
Bu tarz öncü olmuş türü ve müzik dünyası adına önemli kilometre taşı olan albümleri çıktığı dönemde dinleyip o günleri tecrübe edememenin burukluğunu yaşıyorum. Hala daha çok değerli ve kendini dinleten albümler ama benzeri ve daha da aşırı yapıda yüzlerce örneği var artık ve kimsenin daha önce tecrübe etmediği bir olaya tanık olmanın heyecanını yaşayamıyorsunuz.
Ben daha kararsızım bu yorumun 2. kısmıyla ilgili olarak. Hiç yapılmamış bir şeyi ilk defa tecrübe etmenin büyüsünü yaşama ihtimalimiz çok düştü artık ama bence hala büyük bir değişim ve dönüşüm içerisinde taze fikirlere denk gelebiliyoruz. Ben Batushka’nın ilk albümü Litourgiya’yı koyabilirim mesela bu kategoriye; sonraki drama şov ve kaka fırtınası yüzünden değeri düştü çoğunluğun gözünde ama bence hala o albümdeki fikirler yeterince keşfedilemedi. Aynı şekilde Meshuggah’ın metali nasıl dönüştürdüğüne çoğumuzun yaşı yetmiştir mesela. Ghost’un ilk albümü ve Alcest’i de taze, yeni tecrübeler olarak değerlendirmek mümkün. Sık sık karşımıza çıkmıyor ve 90’larda olduğu gibi bir sahne yaratılmasına (Meshuggah-djent dünyası hariç tutulmalı tabii), yeni türler doğmasına yol açmıyorlar belki ama çok etkili ve müziği değiştirebilen, yeni bakış açıları sunan gruplar çıkıyor hala tek tük.
Altars of Madness’ı yeniden kaydetseler herhalde tırpan ve meşalelerle yürüyüşe geçilir yalnız o kayıt nerede alındıysa. Bu saatten sonra o kayda dokunan kendini darağacında bulur muhtemelen haha.
Elbette yeni yollar açan, daha öncekilere nispetle yapılmamışı deneyen albümler, gruplar var ama death metal gibi bir türün başlangıcına şahit olmak denli büyük bir değişim değil haliyle. Belki biraz işe nostalji duygusu da karışınca farklı değerlendiriyor da olabiliriz. Belki bundan 10, 20 yıl sonra günümüzde çıkan bazı albümlere daha da değer biçilecek ama yine de thrash metalin doğuşuna ve ardından 10 yıllık bir dönem içinde death metalin doğuşuna şahit olmayı daha büyük bir olay olarak görüyorum. Elbette bu kişisel bir yorum.
Morbid Angel’ın doksanların ortasından itibaren oluşturduğu soundu daha bir seviyorum ben. O tonlarda yeniden kaydedilse güzel olabilir gibi geliyor bana. Ama bu haliyle de yeterince güzel tabi. Benimkisi ufak bir şımarıklık. 😁