Lake of Tears – Ominous
Merhaba.
Gotik metal sessiz sedasız ölüyor, farkında mısınız? TYPE O NEGATIVE önderliğinde, güzel sesli, güzel yüzlü, zarif kadınların gücüyle 90’larda en parlak günlerini yaşayıp 2000 ortası itibariyle serbest düşüşe geçen gotik metal, bugün artık saf hali neredeyse hiç yapılmayan, müzelik bir tür olmak üzere. Arada bir TRIBULATION, THE VISION BLEAK veya PARADISE LOST gibi isimler çıkıp geçmişi hatırlatan şarkılar koyuyorlar önümüze ama kaideyi bozamayan istisnalardan fazlasına ihtiyaç duyan gotik metali kurtaracak bir kara prens/prensesin geleceği yok gibi ve gotik rock çoktan göçüp gitmişken, gotik metal de senfonik metal ile iç içe geçip özünü kaybedeli yıllar olmuşken, bu topraklarda artık umuttan söz etmek mümkün değil sanki.
Nedense gotik metale kafayı taktığım bir anda geldi aklıma Lake of Tears. Duymuşsunuzdur, kariyerinde devamlı yeni bir şeyler deneyen, bu maceracı ve istikrarsız tabiatı nedeniyle de ismini gündemde tutmayı pek başaramayan İsveçli grup, on sene süren sessizliğini Ominous ile bozmuştu, geçtiğimiz Şubat ayında. Tıpkı yeni MOONSPELL albümüne ilgisizliğim gibi Ominous‘a karşı da -inceleme konusunda- gram motivasyonum yoktu; fakat gotik metalin halini düşününce şu albümlerden birini tekrar, doğru dürüst dinlemeye başlayayım da inceleyeyim dedim. İki albümü de çıktığı dönemde dinledim tabii defalarca ve hem Moonspell’in yaşattığı hayal kırıklıkları yüzünden hem de şu saatten sonra bana Moonspell savunacak insanla uğraşmak istemediğim için de Lake of Tears’ı tercih ettim. Bok değil kaka yani anlayacağınız. E biraz bakalım hadi Ominous‘a.
Lake of Tears her zaman bu türün en deneysel isimlerinden biriydi dedik. Aslına bakarsanız grubun doom/gotik metal günleri gerçekten de hayli geride kaldı. Daha modern, biraz psikodeli katılmış bir progresif rock/metal anlayışı benimsemiş, gotik stili de bu anlayışı katmanlandırmak için kullanan, kendini bir şekilde güncel tutmaya çalışan bir grup var karşımızda. Grup dediğime bakmayın; kurucu kadrodan kalan tek eleman Daniel Brennare, aynı zamanda Lake of Tears’ın tam zamanlı tek üyesi. Gitar, klavye, beste yazımı ve sözlerin tümü kendisine ait. Ominous‘ı da kendi yaşadığı lösemi hastalığı ve hastalığın getirdiği depresyon üzerine kurgulamış. Haliyle müzikal olarak gotik veya doom metalden uzak dursa ve daha çok progresif/gotik rock sınıfına sokulabilecek bestelerden oluşsa da melankolinin, kasvetin, karamsarlığın kol gezdiği bir albüm Ominous.
Standart beste iskeletini kullanmayan, bu nedenle de kolayca iç içe geçip birbirine karışabilen bestelerden oluşuyor Ominous. Her parçanın kendine has bir havası olsa da ancak birkaç dinleme sonrasında anlaşılabiliyor. At the Destination gibi gotik rock temelli, klavyenin ön plana çıktığı net şarkılar da var, Cosmic Sailor gibi 70’ler space rock havasında geçen, PINK FLOYD‘un gölgeler arasındaki hallerini anımsatan uçucu parçalar da, In Wait And In Worries gibi daha folk tabanlı besteler de. Keskin hatlı, başı sonu belli kısımlardan oluşmadıkları için, başta biraz kafa karıştırsa dahi bu çeşitlilik çorba hissi yaratmıyor. Daha çok uzunca bir hikayenin inişli çıkışlı, farklı bölümlerini dinliyor gibiyiz.
Tabii Lake of Tears geçmişini tümüyle unutmuş sayılmaz ve birkaç şarkıda metal köklerine uzanıp sert sayılabilecek fikirler de çıkarmış Daniel. Ominious One veyaThe End Of This World, belki Headstones‘a veya grubun adının duyulmasını sağlayan Forever Autumn‘a götürmüyor insanı ama Daniel, yeni keşfettiği yöntemlerle yine sert ve melankolik sonbahar havasını üflüyor insanın ruhuna. Bu arada albüm boyunca farklı şekillerde kullandığı vokalinden de bahsetmek gerek yeri gelmişken. Hafif gıcırtılı, şöyle zımparalanmamış bir vokali var bu şarkılarda mesela ve çok yakıştırdım. Onun dışında akıllara DAVID BOWIE gibi isimleri getiren donuk temiz vokali de, neredeyse CANDLEMASS havaları estiren epik doom vokali (In Wait and in Worries) de cuk oturuyor müziğe. Yalnızlıkla, aidiyeti kaybetmekle ilgili sözlerin etkisini de yadsımayalım tabii. Daha ilk parçadan “This will be my last transmission, the bond is breaking, there is no communication, there are no signals coming in and there is no new direction,” sözleriyle uzay boşluğuna savuruyor Daniel insanı.
Lake of Tears’ı aktif olarak dinlemeyi 10-15 sene önce bırakmış bir dinleyici olarak Ominous‘ı bir Lake of Tears albümü olarak değerlendirmeyi doğru bulmuyorum. Bu sadece benimle alakalı değil; o Lake of Tears da çoktan bambaşka bir şeye dönüşmüş durumda ve Daniel’ın melankolik, tür bağımsız bir projesi bu. Haliyle grubun geçmişteki işleriyle kıyaslamak ve burun kıvırmak biraz anlamsız. Tek başına değerlendirdiğimdeyse Ominous ancak bir bütün olarak ve tekrarlı dinlemelerde etkisini gösteren, zor ama doğru ruh halindeyseniz de fazlasıyla keyif alabileceğiniz bir albüm. Gotik metaldeki dumanlı, zarif burukluk yok pek ve doom metalin o yerden yere vurmalı, perişan etmeli sivri hallerinden ziyade daha olgun, eti artık sertleşmiş ve yaraları kalın bir kabuğun altına gizlenmiş durumda; beklentiyi ona göre ayarlamak gerek. Bundan sonrası için pek heyecanlandırdığını söyleyemem açıkçası, fakat -iki ay gecikmeli olsa da- yıllar öncesinden eski bir dostla yeniden buluşmak güzel oldu. Bir şansı hak ediyor.
75/100

forever autumn’dan sonra alakam kalmamıştı grupla. son bir kaç yıldır keşfediyordum göreve yeni albümlerini. ama bu albümü ben çok beğendim. günlerce bekledim çıkışını, değdi doğrusu. teşekkürler inceleme için.
Bir önceki albümden sonra beklentim sıfırdı ama ben de sevdim. Forever Autumn hepimizin LoT ile ilişkisinin temelindeki albüm sanırım. 🙂
20 küsür senedir dinliyorum:)) ama bu albümü de baya dinledim. gerçekten derin ve güzel bir çalışma olmuş.