Ad Nauseam – Imperative Imperceptible Impulse
Merhaba.
Okur ve PATREON destekçilerimizden Duodenum, uyumsuzluk kalesinin taze muhafızı Ad Nauseam’ın yeni albümü Imperative Imperceptible Impulse‘ı inceledi. Oturup uzun uzadıya bu albümü konuşasım yoktu doğrusu, o yüzden çok da iyi oldu ama yine de onun başarılı yazısına geçmeden önce aklımdaki birkaç fikri paylaşmak istiyorum:
İtalyan Ad Nauseam’i daha önce dinlemediyseniz ve bu türe çok hakim değilseniz ULCERATE‘in o kadar da atmosferik olmayan, prodüksiyonu daha transparan ve deneyselliğe Ulcerate’ten bile daha önem veren bir versiyonu olarak, aslında fazlasıyla indirgemeci olsa da kabaca kapsayıcı olduğunu düşündüğüm bir tanıtım yapabilirim sizin için. Teknik ve tüy ürpertme motivasyonlu bir müzik üretiyor Ad Nauseam ve ister enstrümanların doğal gerginliği olsun ister rahatsızlık uyandıran, mide bulandıran ve kaybolmuşluk hissi yaratan beste yapıları olsun, bir şekilde bunu başarıyor.
Ad Nauseam’ın müzik ile pek bir ilgisi yok aslına bakarsanız ve internetin sağını solunu kurcalayıp arka arkaya dizilmiş övgü cümlelerini veya tavan yapmış puanlamaları görüp “sorun bende herhalde,” diye düşünmeye başlamadan önce grubun motivasyonunu iyi anlamak, anlatmak gerek. Dinleyiciyi ritme sokmamaya yeminli dört müzisyenin her biri kendi hezeyanını yaşıyor ve ortaya anlamı tabiatının derinliklerine gömülü bir şey çıkıyor. Bol bol kaos övüyor, müziği kaotik bir seviyeye çeken gruplara prim veriyorum ya hani burada, işte onların hepsini birleştirip ikiyle çarpınca Imperative Imperceptible Impulse ediyor. Bu iyi bir şey mi? Yani. Bakacağız o işlere.
Kantarın topuzu biraz kaçmış gibi geliyor bana açıkçası. Dinlenebilirlikten, özellikle de tekrar tekrar dinlenebilirlikten veya akılda kalıcılıktan söz etmek mümkün değil. Çok iyi, ancak bir kere izledikten sonra sahip olduğu devasa sırrı açık etmesi sebebiyle tekrar izlemek istemeyeceğiniz bir film gibi albüm ve çıktığından beri düzenli aralıklarla dinledikte sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki her dinlemede üzerimdeki etkisi biraz daha azaldı. O anksiyete ve rahatsızlık hisleri kayboldukça farklı şeylere odaklanmaya, yeni bir şeylere tutunmaya çalıştım ama hakikaten de muhteşem enstrüman performansları dışında her şey kayıp gitti elimin altından. İç içe geçmiş altı parçayı herhalde sekiz-onar defa dinledim şimdiye kadar ve bir saate yakın süreden hatırımda hala sadece üç-beş dakika var hepi topu. Keşke her dinlediğimde aynı etkiyi yaratabilseydi ama bu tür müziğe açık bir dinleyici olarak ben bile bir noktadan sonra baydım artık Ad Nauseam’in durmak bilmeyen deneysel sürüklenmelerinden. Bu devirde de sadece enstrüman performansı için bir albümü tekrar tekrar dinleyecek vaktim yok maalesef, arkadan geldikçe geliyor.
Bununla beraber albümün çarpma kuvveti çok yüksek ve zaten esas gücü de bu bana sorarsanız. Ad Nauseam, bir konuyu artık insanın midesini bulandıracak kadar uzatmak, gibi bir anlama geliyor ve grup da ismine yakışır şekilde kafasındaki fikirde mide bulandıracak ölçüde ısrarcı davranıp ilk dinlemede insanı hallaç pamuğu gibi fırlatıveriyor oradan oraya. Dikkatli kulaklar ve düzgün ekipmanlar aracılığıyla detaylardaki minik feedback seslerinden tutun da en basit tuşe farklarına kadar (Sub Specie Aeternitatis‘in sonundaki trampet kalp ben) duyulabilecek analog kaydın da etkisiyle kabus gibi çöküyor albüm üzerinize. Vokalin Attila benzerliğiyle daha da yakın bulduğum bir Norveç black metalinin ilk günleri lo-fi havası var kayıtta. Hem bu uzaylı müziği daha gerçekçi kılıyor hem de kendine has bir sıcaklık yaratıyor.
Çok zeki bir şekilde, bir-iki fikri albümün beklenmedik kısımlarında yeniden kullanıp kabusun duvarlarının harcını sağlamlaştırmayı da ihmal etmemişler. Yanlış anlaşılmasın, teknik olsa da dinlenebilirliği gözeten ve bestelerinin bir bölümünde mutlaka dinleyiciye nefes aldıran grupların aksine Ad Nauseam hakikaten çok daha düşmancıl ve bu küçük motif oyunları sadece kendi elini güçlendirmek için bir araç. Onun dışında iki gitar çoğunlukla iki ayrı rif çalıyor ve her seferinde kakofoninin yeni bir türünü keşfetmeye çalışıyorlar.
Aslında uzun lafın kısası bu yazıyı okuyor, yazıda büyük harfle yazılmış gruplardan en az bir tanesini biraz olsun seviyorsanız ve açık fikirli bir dinleyiciyseniz Imperative Imperceptible Impulse‘a mutlaka bir şans verin, çünkü korkunç ve sonunda arkanıza dönmeden kaçıp gideceğiniz bir tecrübe olsa bile kendinizi bu kültürün bir parçası olarak görüyorsanız bu müzikleri de tecrübe etmelisiniz bence. Sonradan belki benim gibi sıkılabilir ya da belki Duodenum gibi hastası olursunuz; orası artık acı eşiğinizle ve müziğe ne olarak baktığınızla alakalı şeyler biraz da. Son olarak da şunu ekleyeyim: Eskiden bahar şenlikleri olur, orada da başında uykulu dayıların durduğu, zerre güven vermeyen dönme-dolaplar yer alırdı hani, bildiniz mi? Sanırım bir kere, o da hoşlanılan kız veya 10. biranın verdiği ne olacaksa olsun lan, gazıyla, ya bindim, ya binmedim. Ancak günün birinde Avrupa’da veya Amerika’da gerçek bir lunaparka gitme fırsatım olursa en korkuncu, en fazla g kuvveti basanı hangisiyse onun kuyruğuna gireceğim herhalde ilk. Yani eğer bir bok yiyeceksem kalitelisini yiyeyim isterim. Imperative Imperceptible Impulse yeterince kaliteli mi? Kesinlikle evet. Defalarca yer miyim? Hayır, yetti.
85/100
Şimdi gelelim Duodenum‘un yazısına, buyursunlar efendim:
İnsanlığın başlangıcından, hatta daha öncesinden beri müziğin bir şekilde mevcut olduğu düşünüldüğünde bir müzisyenin başarabileceği en zor şey yenilik. Bilinen en eski enstrüman 50-60.000 yıllık ayı femurundan yapılma, neandertallerin kullandığı bir flüt. Muhtemelen bunun da öncesinden beri insanlar havayı çeşitli şekillerde manipüle etmek suretiyle kulak zarına basınç yapıyor ve her nasılsa bu basınç entropiye karşı koymak için bir araya gelmiş moleküller topluluğu olan bizlere zevk veriyor. Sadece son yüzyıla bile baksak ZS, DEATH GRIPS, SWANS gibi oluşumlar kağıt üzerinde saçma sapan duran formüllerle keyif verici müzikler yaparak bir hayran kitlesi oluşturmayı başardıklarını görebiliriz.
Hal böyle olunca bir müziğe yeni demeden önce iki defa düşünüyorum. Ad Nauseam, şubatta ikinci albümü Imperative Imperceptible Impulse’u yayımladığında verdiğim ilk tepki grubun hem yeni hem de güzel bir eser ortaya koyduğuydu. Tabii ki var olan her müziği dinlemedim ve ortada GORGUTS veya DEATHSPELL OMEGA gibi devrimsel bir şey yok ama dinlediğim 354642345 albümde duymadığım bazı şeyler yapıyor Ad Nauseam ve bunları kusursuz bir şekilde yapıyor.
Prodüksiyonun tamamen analog olmasından, grubun müziği daha rahat çalabilmek için enstrümanlarını farklı bir şekilde akort etmesinden, grup üyelerinin enstrüman ve kayıt cihazlarını modifiye etmesinden bahsetmeyeceğim; albümün Bandcamp sayfasında uzun uzun bahsetmiş adamlar. Vokallerin biraz kısık olması dışında albüm mu-az-zam duyuluyor, bunu belirtip kapatayım bu bahsi.
Asıl üzerinde durmak istediğim konu kontrpuan. Yıllar önce NECROPHAGIST’in Epitaph albümünde yaşadığım şoka benzer bir şok yaşatıyor Ad Nauseam bana. Epitaph’ı sol ve sağ kulaklıkla, ardından iki kulaklık takılı olarak dinlediğimde 3 farklı albüm dinlemiş gibi hissederdim. Parçalarının toplamından daha büyük bir bütün oluştururdu farklı farklı çalınan rifler. Imperative Imperceptible Impulse’ta da aynı şekilde çıldırmış bir kontrpuan kullanımı var. İki gitar ve bas çok nadiren aynı notalara basıyor ve bu notaların da birbiriyle uyumsuz notalar olduğunu düşününce yapılan işin büyüklüğü karşısında ceket ilikliyorum her dinlediğimde.
Albümle aynı adı taşıyan şarkının 6. dakikası civarı karşımıza çıkan katarsis anını ele alalım mesela; veya Inexorably Ousted Sense’in kapanışındaki sinir bozucu glitch numarasına bakalım. O da yetmediyse Coincidenta Oppositorum’un girişinde yavaş yavaş tempo arttıran gitara bir anda diğer enstrümanların eşlik etmesiyle oluşan harika kakofoniye kulak verelim. Her şarkıda nefis, akılda uzun süre yer eden yeni fikirler var. Bu da beni bahsetmek istediğim ikinci konuya getiriyor.
Akılda kalıcılık denilince akla gelen sevimli melodilerin tam tersini yaparak catchy olmayı, ağza, beyne takılmayı başarıyor Ad Nauseam. Imperative Imperceptible Impulse’tan birçok rif rastgele anlarda dilime takılıyor ve dayanamayıp bir kere daha açıyorum albümü. Bunun sebebi de grubun tekrar ve yenilik arasında ipin üzerinde yürüyen bir denge kurmuş olması. Bu kadar kaotik fikirler sürekli tekrarlanmadan nasıl akla takılıyor? Horror Vacui’nin 50. saniyesinde sağ kulaklıktan gelen rif 2:08 civarında benzer harmonik yapıda daha düşük perdelerden tekrar ediliyor, bu gibi Ali Cengiz oyunlarıyla parçalar birleşiyor ve ayrı şarkılarda alakası olmayacak fikirler birbirine bağlanıyor.
Kant’ın, Yargı Gücünün Eleştirisi kitabında güzel ve süblim (aşkın?) arasında ayrım yaptığı bir kısım var. Bir çiçek ve bir fırtınayı ele alıyor ve çiçeğin akla sığdığını, rasyonelleştirilebildiğini ve bir amaçlılık çerçevesinde değerlendirilebileceğini, dolayısıyla güzel olduğunu; öte yandan fırtınanın birçok parçanın kaotik bir şekilde bir araya gelerek akla mantığa sığmayan, dehşet veren, karşısında insanı küçülten bir niteliğe sahip olduğunu söylüyor ve güzelden farklı, aşkın olduğunu iddia ediyor. Türbülans, fırtına gibi konular fiziğin hala çözülemeyen problemleri, bilgisayarlar yardımıyla numerik simülasyonları yapılsa bile analitik bir denklemle çözülemiyor. Human Interface To No God’ın giderek basitleşen kapanış rifi çalıp zihnimde fraktal formasyonları oluştururken parçaların toplamından daha büyük bir bütün olan, bu parçaların bir araya geliş şekillerinden kaynaklı yeni nitelikler kazanan (emergent property teriminin Türkçe karşılığını bulamadığımdan lafı dolandırıyorum) albüm bana bunları düşündürüyor. Şubattan beri türün meraklısı herkes dinleyip bir fikir oluşturdu zaten, dolayısıyla davullar şöyle iyi gitarlar böyle yaratıcı gibi bir şeyler yazmak yerine farklı bir perspektiften ele almaya çalıştım Imperative Imperceptible Impulse’ı. Umarım çeşitli sebeplerden mesafeli insanların da bir şans vermesini sağlayabilmişimdir.
95/100
Patreon’da hedef: 27/35
Metalperver’e destek olmak için aşağıdaki düğmeye tıklayıp bir göz atabilirsiniz:
Ben Metalperver’in kritiğine daha çok katıldım. Çok organik ve gergin bir atmosferi var albümün. Enstrüman hakimiyeti ve albümde havada uçuşan fikirler güzel olsa da bazen albümün başka bir yerindeki bir şey değiştirilerek önümüze sunulmuş gibi hissediyorum. Sorun aynı fikir olması değil o fikirden çıkan ürünün çok benzemesi. Bu çok fazla olmuyor ama olduğunda da canım sıkılmıyor değil. Brutal/Teknik Death metal tarzı rifflerde uyumsuz notalar kullanılması albümde en hoşuma giden şey sanırım. Çift gitar çılgınlıkları ritim değişimleri gibi varyasyonlar müziği sıkıcı yapmasa şerbetli tatlı(künefe) gibi sık tüketilmesini zorlaştırıyor. Benden bir 85 gelir.
Bambaşka bir albüm olmuş. Metalperverin yorumu gayet yerinde sadece puan kısmına katılamadım. Onun haricinde yirmibirinci yüzyılın black metaline hatta direkt metal müziğine damgayı vuran bir albüm olmuş. Albümün müzisyenligi tabii üst seviyede allah katında ona yorum yapmaya gerek bile yok.
Ben albümün içinde bulunduğumuz metal müzik dönemini kusursuz bir şekilde yansıttığını düşünüyorum. 9.5/10