Cult of Luna – The Raging River [EP]
Merhaba.
Bilmeyenin hakkında neye bu kadar coşulduğunu tam çözemediği bir isim Cult of Luna. Metalin post öntakılı türleriyle ilgili, hardcore punk ile doom metali harmanlayan sludge (sludge doom da diyoruz) türüne hakim, biraz özgür ruhlu ve genel metal ortamında ayrıksı duran işlerden hoşlananlar için ise 2000 sonrasının en değerli gruplarından biri. Varoluş sancıları, içsel buhranlar ve çatışmalara fon müziği olmanın da ötesinde, yalnızca kendisi olmayı sürdürerek bile bu tip içe dönük düşünceleri tetikleyebilecek kadar kudretli bir müziğe sahip, bir başkasına anlatması pek de kolay olmayan, dinleyicisi için çok özel bir grup.
Vertikal II‘den, yani 2013’ten beri hem split, hem ortaklaşa çalışmalar, hem stüdyo albümleri hem de canlı albümler yayımlamış üretken grubun yeniden EP formatında bir eser yapacağını duyurması bile biz hayranları için ilginç bir bilgiydi aslında. Nitekim grubun yirmi seneyi deviren, yedi stüdyo albümü ve sayısı eseri barındıran kariyerindeki yalnızca 2. EP çalışması oldu The Raging River. 2019’un en kaliteli albümlerinden A Dawn to Fear sonrası çok bekletmeden böyle bir EP çıkarma kararı, özellikle salgın ekseninde Cult of Luna’nın anlatacağı yeni şeyler olabileceğinin habercisi gibiydi ve açıkçası 2021’e dair en çok heyecan duyduğum şeylerden biri oldu The Raging River. Geçtiğimiz hafta nihayet hasret bitti ve EP resmi olarak ortamlara düştü.
“Kurulmaya, gerilmeye, salıverilmeye, teslim olmaya razı olmak lazım biraz.”
İki yıl önce, Cult of Luna müziği hakkında kurduğum bu cümlenin grubun anlayışını doğru yansıttığını düşünmekle birlikte The Raging River‘daki kilit noktaların benzer olduklarından söz edebiliriz. Elemanların kendi açıklamalarına göre bu EP, A Dawn to Fear sonrası aşmaları gereken bir köprü (A Dawn to Fear‘ı geride bırakmak için) görevi görüyormuş ve haliyle bir ayağı o albüme bağlı. Hem müzikal hem de duygusal anlamda 2019’daki albümün devamı niteliği taşıyor kısacası The Raging River.
Three Bridges, Cult of Luna’nın tansiyon ayarlama, kurum, gerim ve salınım dinamiklerine bir Orta Çağ kuşatma mühendisi kadar net şekilde hakim olduğunu gösteriyor, bir kez daha. İçe dönük tüm Cult of Luna parçaları gibi ilk dinlemede çarpmadıysa da biraz daha detaylı kurcalayınca ksilofon gibi atipik bir enstrümanla tırmanan müziğin Johannes‘in “ohannes!” dedirten (üzgünüm arkadaşlar ya, ben de böyle olsun istemezdim…) kükremeleriyle patladığında her şey berraklaşıyor. Hemen arkasındaki What I Leave Behind ise neredeyse drone seviyesinde yoğun bir tekrar ile aynı rifin üzerine koca bir bina inşa edip sonrasında da onu orada bırakıp uzaklaşıyor ardına bakmadan. Bol tekrar, yine Johannes’ın ana rifin aralarını müthiş dolduran bağırışları ve minimalist bakış açısını haklı gösteren basit klavyesiyle atmosferi perçinleyip aynı rifi tekrar tekrar kafaya vurarak kafatasına çiviler çakıyor adeta. Tabii burada çekici tutan kişi bas gitarist Andreas Johansson aslında. Cult of Luna’ya neden bayıldığımın en sıradan, en basit örneklerinden biri What I Leave Behind ve enfes bir şarkı.
QUEENS OF THE STONE AGE, SCREAMING TREES, THE GUTTER TWINS veya kendi adıyla yaptığı işlerle tanıyabileceğiniz usta müzisyen Mark Lanegan‘ın konuk olduğu Inside a Dream, What I Leave Behind‘ın hırgürü sonrasında temponun düşmesini beklediysem de beni ters köşeye yatıran parça oldu. Cult of Luna müziğinde hiç beklemediğim bir hava katıyor Mark gruba ve onun viskide bekletilmiş, barbeküde islendirilmiş vokalinin kattığı olgunlukla gelen melankoli, Cult of Luna cephanesine yeni bir silahın daha girdiğinin habercisi. I Remember ise yine katartik yapısıyla, Johannes’ın sözleriyle ve bol tekrarlı olsa da fazlasıyla uçucu gitarlarıyla öne çıkıyor. Grubun bas, gitar ve klavye üçlüsünün çok küçük döngüleriyle yaratmayı becerdiği o ses duvarları beni her seferinde yakalıyor bir şekilde ve I Remember da Cult of Luna için beste yapmanın ne kadar kolay olduğunu gösteren, bu nedenle de biraz insanın sinirin bozan, güçlü bir parça.
Şarkı şarkı albüm incelemesi yapmayalı herhalde yıllar olmuştur ve hiç de sevmem ama buraya kadar gelmişken Wave After Wave‘den de bahsedeyim madem: On iki dakikalık epik kapanış parçasının neredeyse melodik diyebileceğim gitarlarını hiç tutmadığımı, tatlış, neredeyse insanı sağa sola sallandırıp dans ettirecek davullarına ve arka plandaki minik sololarına, kulak dostu hallerine zerre alışamadığımı söylemem lazım, çünkü 7. dakikasından itibaren olan biten her şeye çıldırıyorum resmen. EP’nin son beş-altı dakikası bambaşka bir şeye dönüşüyor. Bir kulenin tepesinde duruyorum ve havadan üzerime doğru kocaman bir gülle düşüyormuş gibi hissediyorum bu kısımda ve başka türlü nasıl anlatabilirim, tam da bilmiyorum doğrusunu isterseniz.
İşin ilginç tarafı ise tüm bunların olacağını biliyordum. Kabul, Mark Lanegan’ı tahmin etmem mümkün değildi ama yani Cult of Luna’nın nasıl saldıracağını, nasıl bir prodüksiyon çıkaracaklarını (zaten yıllardır grup elemanları kendileri kaydedip kendileri miksliyorlar), sözlerini, rif kalıplarını, aklınıza gelebilecek ne varsa hepsi hakkında çok net, büyük oranda da isabetli fikirlere sahiptim ve tüm bunlara rağmen The Raging River, içimden geçti. 22-23 yılın tecrübesi mi demeli, Cult of Luna’nın kendisi için belirlediği standardın yükseliğiyle mi açıklamalı, müzisyenlerin kalitesiyle mi anlatmalı bilmiyorum ama makine gibi işleyen bu düzene karşı onu en iyi bilenin savunması bile çaresiz kalıyor hala. Guardiola’nın Barcelona’sı gibi, Micheal Jordan gibi, ne bileyim işte Cult of Luna gibi bir şey bu EP… Aa, e zaten Cult of Luna! Belki de böyle anlatmak lazım artık bu İsveçli ruh hastalarının yaptıkları işleri: The Raging River, yeni bir Cult of Luna eseri. Oh ya! Bitti, bu kadar.