Klasik Bir Cumartesi: Ulcerate – Stare Into Death and Be Still
Merhaba.
Nefes aldığım günlerin büyük bölümüne kıyasla, bugün biraz daha farklı hissediyorum. Epey uzak durduğum, aylardır incelemesini beklediğiniz yeni Ulcerate albümünü her dinlediğimde, etrafımdaki ve içimdeki her şey değişiyor çünkü. Bir dönem epey zorlayan, neden sonra bıçak gibi kesilen panik krizlerinin Stare Into Death and Be Still ile yeniden kendini göstereceğine emindim zaten ve biraz yüzeyselliği geçip peş peşe aynı şeyleri dinleyince güç bela ördüğüm duvar, bir fiske ile yıkılıverdi. Bunun da etkisi vardır muhakkak.
Günlerdir, dört duvar arasındayken insanın ruhunu mengeneye sıkıştıran bir sesler bütünü var kulaklarımın arasında. İsmi Stare Into Death and Be Still. Belki de o yüzdendi ansızın kendimi sokağa atma isteği. Zaman karşısında hiçbir şeyin sabit kalamayacağı düşüncesiyle, bir çeşit yetişememe ve tutunamama korkusunun telaşıyla çıktığım bir gece yürüyüşünün hemen başında, olan biten her şeyin o ana sıkışmış biricikliği, ilk defa böylesine derinden sendeletti. Her şey büyük bir hızla gelip geçerken, ileri sarılmaya mahkum porno filmlerinin uyduruk girişlerini andıran insan hayatındaki bu ucuz oyunculuklar, kimi etkilemek için?
Bu cümle de nereden çıktı şimdi? Oysa ki henüz evden birkaç yüz adım uzaklıktayım sadece. Üstelik The Lifeless Advance‘in final notalarında dahi değilim daha. Biraz sonra kalbim sıkıştığında, güç bela bulduğum bir banka oturup (yığılıp) derin nefesler almaya başlayınca, boynuma indirdiğim kafaüstü kulaklığın birbirine kavuşmasına ramak kala durmuş yastıklarının arasından süzülerek karışacak geceye o uğursuz notalar. Daha vakit var.
Önce bir adım. Sonra su akar, yolunu bulur nasılsa. Hareketi sağlayan ufacık bir güç değil mi? Hayır, hepsini unutalım. Ulcerate söz konusu olunca hiçbir adım bir sonrakini takip etmeyecek nasılsa.
Herkesin bir saniye ilerisinde, gelecekte yaşayan, bu laneti lütufa çevirmenin yolunu bulmak için çırpındıkça etrafındaki herkesin bir saniye öncesini darmaduman eden bir adam. İsmi Jamie Saint Merat. Gelecekten seslenip yardım veya uyarı çığlıkları mı atıyor? Aksine, bir saniye sonramıza kurulmuş, o her şeyin bağlı olduğu pamuk ipliğini kendine oyuncak etmiş, fütursuzca oynuyor. Peki tek bildiği yakıp yıkmak olan bir varlığı, varlığını onurlandıracak şekilde davrandığı için yargılayabilir miyiz? Üst üste yakılmış sigaralarla ağır ağır beslenen bir entropi, neden biri kül tablasına üflediğinde ortaya çıkan anlık kaosa göre daha zararlı kabul ediliyor? Tabii ya, yeter ki kül tablası kullan. Etrafı pisletme ve kendi başına ne yaparsan yap. Yok öyle; Merat her şeyi tersyüz etmeden rahat edemez. Exhale the Ash çalarken hala nefesimin ve düşüncelerimin kontrolü benim değil. Daha altı parça var üstelik. Gece uzun.
Peki ya bakacak bir ufuk olmadığında? Karanlığın içindeki bir sonraki boşluğa doğru çekilirken, attığı her adımın beyhudeliğini hissedilenler için hangi büyük usta bir senfoni besteleyecek?
Ulcerate, kariyerinin bu noktasında melodi kavramını ele alışını değiştirerek herkesin kafasını karıştırıyor. Küçücük bir anlam, ufacık bir düzen arayışıyla gezegendeki en gelişmiş beyni boş yere tüketen insana umut kırıntıları fırlatıyor. Belki günün sonunda onu oluşturan parçaları da insan olduğundan, kendi varlığını sürdürmek için, muhtaç hissettiği düzen kavramına yakınlaşmak için yapıyor bunu. Ulcerate’in de aciz olabileceğini düşünmek ne kadar rahatlatıcı. Günün sonunda Shrines of Paralysis‘te de vardı bu kırıntılar ve şimdi biraz daha büyük parçalar halindeler, hepsi bu kadar. Peki bu mu olacak dersiniz Ulcerate’in entropisi? Keşke ama hiç de öyle görünmüyor. Zaten sırf Merat bile burada olduğu sürece, bir an sonrasında ve aslında sonraki anların hepsinde de, kimin kazanacağı şimdiden belli.
Kaos, yeterince büyüyüp serpildiğinde her şeyi yok edecek habis bir tohum. Ulcerate ise onu o zamana dek el üstünde tutan, beslenip palazlanması için kucak açan bir taşıyıcı. Birkaç senede bir toprak, tohumun çatlayıp filizlenmesiyle kımıldanıyor ve Ulcerate yüzünden dünyamız, hayatlarımız tepetaplak oluyor. Bu defa beklenmedik, ya da en azından eskisi gibi derinlerde değil, gayet yüzeyde duran bir duygusallık ile serbest bırakıyor kaosu. Zaten grubun çetrefilli müziğinin kabuğunu kırabilenler için katartik terapiler ve ansızın içe dönüşlerle bastırılmış, güç bela üzerlerine kapılar kapanmış canavarların ellerine teslim edilen düşünceleri geri almaya çabalamakla geçiyor bir Ulcerate albümü dinleme seansı. Bu da pek farklı değil. Aradaki umut kırıntılarıyla, düzene alışkın sistemleri harekete geçiren devinimsel ölçülerle iyice beter hatta. Boşuna değil, pek çokları için Ulcerate’in tam anlamıyla benimsenebildiği albüm oldu Stare Into Death and Be Still. Dinlenme sayıları katlandı ve bilen bilmeyen herkes, Ulcerate diye bağırıyor bas bas. Kaos için büyük bir zafer daha.
Yıkım savaşçısı bir iş makinesi, yeni dikilecek bir başka hilkat garibesi bina için kurulan şantiyede, öylece duruyor. Her şeye alışan insan, Ulcerate’e de alışıyor tabii, o yüzden yürüyüşe devam. Sabah olup hayat yeniden harekete geçtiğinde, bu dev makinenin kolunu her savuruşunda toprağın altındakiler için dünyalar yerinden oynayacak. Zihninizde There is No Horizon‘ın orta yerindeki atmoferik bölümü Visceral Ends‘in muhteşem girişine, onu da Stare Into Death and Be Still‘in 4:56’sında girip 5:45’indeki nefes kesici patlamayla kreşendo yapan kısıma bağlamayı başardığınızda, kendinizi toprağın birkaç metre altında, hiçbir şeyden haberi olmayan bir böceğin iş makineleri yüzünden yaşayacağı kaosu düşünürken bulabilirsiniz, benim gibi.
Hırpalayıcılık, düzensizlik ve rahatsız edicilik üzerinden kurguladığı albümlerin iç ahengini kavramaya başlayınca, Ulcerate’in dehası ve formülü ortaya çıkıyor yavaş yavaş. Kendimizi rahatlatmak için uydurduğumuz şeyler belki de ama ne olursa olsun, büyüyü bozup “ip var abi, uçmuyor yoksa,” diyen gerizekalı olmak gibi bir niyetim yok tabii. Zaten olan bitene dair teorik bir açıklama getirebilsem de Michael Hoggard‘ın zihin büken gitarları, Paul Kelland‘ın yoğun bir element olarak kimya tablolarında yer alması gereken bas gitarı (iki albümdür ne güzel duyuluyor, değil mi?) ve elbette Jamie Saint Merat‘ın kakofonik davul dövüşü arasındaki dinamikleri açıklayacak kadar yetkin hissetmiyorum kendimi. Herhalde hiçbir zaman da hissetmeyeceğim. Ancak Ulcerate’in içimde bir şeyleri değiştirebilen gücünü sonuna kadar hissediyorum ve bu, Ulcerate dinlemeyi korkutucu, yıpratıcı, zorlayıcı bir aktiviteye dönüştürüyor. “Bana gelmiyor,” demeyi en çok istediğim gruplardan biri Ulcerate ama göz boyayan reklamlarla zehir satan, kötülüğü genlerine işlenmiş, işini çok iyi bilen bir tüccar gibi, rif geçişlerindeki kısacık melodi kırıntılarıyla, kendine bağımlılığını daha da kuvvetlendiriyor bu albüm sayesinde. Tam da “bir taneden bir şey olmaz, yak hadi,” diyen kötü arkadaş gibi Stare Into Death and Be Still. Bundan sonrası ne olacak bilmiyorum ama en içten hislerimle söylüyorum ki umarım yeni bir albüm yapmazlar. Dinlemek de istemiyorum, yazmak da.
Çünkü ben, Ulcerate’den korkuyorum.
Edebiyat ve dil tarihinde bu albümü övebilecek nitelikte, hakkını verebilecek kelimelerin ve cümlelerin var olduğunu zannetmiyorum. Ne söylersem söyleyim hiçbir şekilde bu albümün içimde yarattığı hissi ifade edemeyeceğini hissediyorum. Stare Into Death And Be Still budur, anca bir şair hakkını verebilir, belki William Blake belki de Marquis de Sade orasını bilemem.
Edemeyeceğini demişim, edemeyeceğimi* olacaktı o. Sanki kritiğe laf atarmış gibi olmuş. 😁
Yazıyı mı kaldırayım ne istiyor diye düşünüyordum ben de. 🙂
Hahaha yok yahu neyime benim öyle bir yorum. Kritik de cillop gibi, hatta şairane ellerine sağlık. Bu albümün insanı içine sürüklediği yarık insanı ister istemez şairane olmaya itiyor.
O kadar şakasını yaptık ama yılın en iyi albümüne yılın en iyi kritiği geldi. Kalemine sağlık, bu albümün insan bünyesindeki etkisi ancak bu kadar iyi anlatılabilirdi.
+1
Ulcerate e başlamak için en uygun albüm bu mudur? Kolay dinlenebilirliğini hesaba katarak soruyorum.
Evet, en düzenli albümleri bu. Bu bile çok kaotik ve karmaşık gelirse öncelikiler iyice çorba gibi hissettirebilir.
Acikcasi ben Everything is Fire’i tavsiye ederim baslamak icin. Nispeten daha “basit” (Ulcerate’in herhangi bir albumunu tasvir etmek icin kullanilacak son sifat bu muhtemelen gerci de, goreceli olarak yani) ve dinlenilebilir bence.
Albümü dinlerken kendimi böcek gibi hissetmiştim, çünkü içerde tanrılar vardı. Tartışmasız yılın en iyi işi.
Bir onceki albumun kritigini “Teknik death metalde bu albümden daha iyisini dinlemeyeceksiniz diyemememin tek sebebi ise, ULCERATE’in hala varlığını sürdürüyor olması.” diye kapatmistim. Kendi adima bu album Shrines of Paralysis’ten daha iyi mi, emin degilim – saniyorum ben onu daha cok seviyorum hala; ancak bu da ne bicim bir album ya boyle. Iyi ki varsiniz manyak adamlar.
Geri bildirim: 2020’nin En İyi 20 Albümü – Metalperver
Her dinleyişimde beni parçalamasına, boğmasına rağmen bundan sapıkça bir haz alıyorum. Böyle bir şaheserin çıkışına tanıklık etmek herkesi darmaduman etmelerine tanık olmak çok ilginç bir his. Ulcerate şu anda zirvesini yaptı, bunun üstüne ne koyacaklarını merakla (ve korkuyla) bekliyorum.