Panzerfaust – The Suns of Perdition Chapter II: Render unto Eden
Merhaba.
Geçtiğimiz hafta paylaştığım, temasına uygun şekilde II. Dünya Savaşı’nın insanlık tarihine kaydedilen bazı korkunç detaylarına odaklanmış bir biçimde anlatmaya çalıştığım The Suns of Perdition – Chapter I: War, Horrid War albümü yazısından sonra, bir kez daha Kanadalı black metal topluluğu Panzerfaust ile birlikteyiz. Bu defa konumuz geçtiğimiz haftalarda yayımladıkları yeni albümleri The Suns of Perdition – Chapter II: Render unto Eden. Metalperver’in PATREON destekçilerinden Özden vesile oldu bu iki albümü peş peşe, etraflıca dinleyip kurcalamama bu arada; sevgilerimizi iletelim buradan. Sayesinde ömrüm azaldı bu albümleri incelerken, haha.
“Öğrenen, acı çeker. Uykusunda bile unutamadığı acı, damla damla düşer yüreğine. Derken, en umutsuz anında, en beklemediği zamanda, hatta kendi iradesine rağmen; gelir, dolar içine bilgelik.”
Tragedyanın babası Aiskhylos, 2500 yıl geriden böyle sesleniyor insanlığa. Kim bilir, belki de Prometheus tanrılardan ateşi çalıp insanlığa verdiğinde, onları sonsuz bir yıkım ve ölüm döngüsüne hapsettiğinin farkında değildi. Belki de Zeus’un zalimliği, merhamet olarak da görülebilir fazlasıyla… Bunu kavramak için umutsuz bir andaki beklenmedikliğe muhtaç mıyım bilemiyorum ama Panzerfaust tam da buralardan giriyor konuya ve ağır ağır açılan Promethean Fire ile tetralojisinin yeni bölümünde felsefi eziciliğini zorla kanıksatıyor dinleyicisine.
Biçim-içerik tartışmasının neresinde durduğunuza göre fikriniz ve esere verdiğiniz içsel değer değişebilir belki ama Panzerfaust, içeriğindeki ağırlığı yansıtmak için sadece ve saf bir şekilde kök metal pratiklerinden faydalanarak gözümdeki değerini katlıyor. Kanadalı ekibin derdini anlatmak için ses oyunlarına, programların desteğine hiç ihtiyacı yok gibi. Onlar, rif üzerine rif yazıp dinamik bir bas-davul ikilisi eşliğinde akışı sağlayabiliyorlar rahatlıkla. Aslında söz yazarı olmamasına rağmen, Kaizer’in insanın zihnini açılıp genişlemeye zorlayan sözlerini büyük bir tutku ve inançla haykıran Goliath ise son, ancak belki de en önemli dokunuşu yaparak yap-bozu tamamlıyor.
Bir uyanış temsili olarak daha umutlu anlarla dolu olsa da aslında iki albümün tematik bütünlüğü, Suns of Perdition‘ı iki bölümünü birbirinden ayırmadan dinlenebilecek, epik bir anlatıya dönüştürüyor. Biraz daha ağırdan alan, War, Horrid War‘daki kadar -savaş temasına uygun, olması gerektiği gibi- aceleci davranmayan bir Panzerfaust var burada. Köleliğin 19. yüzyıldaki modern yansıması olan serfliğin kaldırılması için mücadele vermiş Alman şair ve siyasetçi Ernst Moritz Arndt‘ın Fransızlarla birleşip kendi halkına karşı savaşan Almanlardan ilhamla yazdığı Vaterlandslied‘den alıntılanan The Faustian Pact, şeytan ile bahse giden insanoğlu temasını işleyen, yüzlerce farklı şekilde yorumlanabilecek Faust ile Napolyon Bonapart ile işbirliğine giren Almanları birleştiriyor… Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerek; Kaizer’in sözlerindeki detaylı işçilik her parçada zerafetini gösteriyor.
MGŁA zilleri, KRIEGSMASCHINE duygusuzluğu, Goliath’ın alternatif bir anlatıda herkesi İsrailoğulları’nın bütün umutlarını söndürüp tek bir vuruşta Davut’u yere serdiğine rahatlıkla inandırabilecek death metal vokalleri diye konuşmanın bir alemi yok bence. Gruba 2019’da, haliyle The Suns of Perdition tetralojisi esnasında katılan davulcu Alexander Kartashov, zaman zaman Goliath’ın azmettirici vokallerinden rol çalıp albümün yıldızı oluyor gerçekten ve grubun ağır bir melodiyi temelden kopmadan nasıl çeşitlendirebildiğini, güçlü ve bol zil tuşeli davullar eşliğinde bu fikirleri nerelere taşıyabildiğini görmek için The Snare of the Fowler tek başına yeter de artar bile. Fakat sadece bu şarkı veya stil üzerinden grubu bu isimlerin peşinden gidenlerin arasına sıkıştırmak büyük haksızlık olur. Panzerfaust’un sunabilecekleri, bundan -ki bu dediğimiz şey de yeterli aslında gayet- çok daha fazla.
Grubun mizantropi, melankoli atmosferi yaratma konusundaki hüneri gözardı edilmemeli. Bütün feryat figanına rağmen Render Unto Eden‘in en etkileyici olduğu anlar, aslında sessizliğin baskın olduğu minimal geçiş bölümleri. Promethean Fire‘ın ARKONA insanı Maria Arkhipova‘nın vokal desteğiyle ilginç bir yere giden, doom ağırlığındaki ikinci yarısı, Pascal’s Wager‘ın girişinde, ünlü İngiliz -eski- sosyalist yazar Chrsitopher Hitchens’ın son konuşmasından alıntılarla yükselen bölüm ve albümü kapatan akustik, sakin gitarları… Liste uzayabilir daha ama hipnotik ritim taarruzlarıyla çıldırdıkları anlar kadar etkileyici bu bölümler de.
War, Horrid War‘a nazaran çok daha teknik ve bestecilik açısından üzerine koyuyor Render Unto Eden. İnsanın kendi özündeki çarpıklıkla yarattığı korkunç yıkıma odaklanan ilk bölümün ardından bu defa çok daha felsefi bir noktadan gelip yaradılışa dair çeşitli ikilemleri, insanın hayatıyla oynadığı kumarı ele alıp kantara daha da fazla ağırlık ekliyor. Karşı taraftaki diğer 2020 black metal albümlerinin bir kısmı çoktan kaldıraç etkisiyle havalanıp düştü bile kantardan; kalanlar da güç bela dengelebiliyorlar Panzerfaust ile durumu. Tek eksiği müzikal tarafta biraz daha yaratıcılık; üçüncü ve dördüncü bölümlerde o da gelirse The Suns of Perdition, hızla black metal tarihinin en görkemli eserlerinden birine dönüşebilir.
Şu ana kadar senenin en iyisi.
Kafa açan bol referanslı birden çok kez okunup sindirilmesi gereken bir yazı. Zaman buldukça birkaç kez daha okumayı düşünüyorum. Albümü de birkaç kez çevirdim gayet güzel albüm ama içimden tekrar açma isteği gelmiyor. Şu aralar birkaç kez daha dinlemeyi deneyeyim bu güzel yazının hatrına.
Sitede okuduğum en iyi yazılardan. Daha önce denk gelmemiştim, eline sağlık abi. Bence de Panzerfaust’un en iyisi Chapter II.