Imperial Triumphant – Alphaville
Merhaba.
Doğumlarından itibaren bir mağaranın içerisinde, sırtları mağaranın girişine bakacak şekilde zincirlenmiş, yaşamı taş duvarlara yansıyan gölgeleri izleyerek anlamlandıran üç mahkum; biri zincirlerinden kurtulup mağaranın dışına, hayatın içine karıştığında gördükleriyle aydınlanıp arkadaşlarının yanına döndüğünde deli muamelesi görüp dışlanacak, görmezden gelinecek, belki de öldürülecek…
Platon’un adalet, gerçeklik ve güzellik kavramlarını ele aldığı, halkların yönetimi üzerine döneminin ilerisinde tespit ve analizleriyle insanlığa ışık tutmaya çalıştığı Devlet eserinin ilerleyen bölümlerinden birinde yer alan, yaşamı tek bir pencereden görmüş (veya gösterilmiş) insanların perspektif konusundaki cehaletleri yüzlerine vurduğunda ne denli öfkelenip cehalet ve korkudan aldıkları güçle aydınlığı bastırabileceklerini özetleyen harika alegorisi, maalesef üzerinden geçen yaklaşık 2500 yıla ve insanlığın gösterdiği tüm gelişime rağmen, geçerliliğini koruyor. Uygarlık, ancak belirli sınırlara kadar uygar ve o sınırların mevcudiyeti zorlandığında kazanan her zaman için muhafazakarlık! İster tarihin yıpranmış, tozlu sayfalarına, ister henüz köşesi bile kıvrılmamış yeni kayıtlarına bakalım; karşımıza çıkan binlerce, milyonlarca örnek ile insan türünün varlığı, kendi belirlediğimiz görünmez sınırların içerisinde volta atmanın ötesine geçemeyeceğinin tasdikinden başka bir şey yazmıyor aslında.
“Bazen gerçeklik, sözlü iletişim kurmak için fazlasıyla karmaşık olabilir. Ancak mitler ve efsaneler, tüm dünyaya yayılabilecek güce sahiptir.”
Milyarlarca sinir ucu bağlantısı sayesinde tüm Alphaville’i kontrol altında tutan Alpha 60’ın ünlü monolog sahnesi ile açılan Alphaville filmi, Fransız yeni dalga sinemasının en önemli temsilcilerinden Jean-Luc Godard’ın kapitalizm eleştirisi olarak karşımıza çıkar. 1965 yapımı filmde kapitalizm, tektipleşmenin, uyuşukluğun, sorgulamama kültürünün mümessili olarak otoriter rejimlerin ayrıştırıp yalnızlaştırdığı insanın baş düşmanıdır. Bir distopya filmi olmasına karşın finalinde (yeni dalganın başkaldırısıyla örtüşerek) umudu yeşertip insanın yapaylıktan kurtulup gerçekliğe kavuşabileceğini savunur. Anlatılar kurup yıkarak varlığını biçimlendiren insan için yeni bir anlatı kurmak, her zaman mümkündür belki de…
İlk kez Imperial Triumphant dinlediğimde konunun bu noktalara varacağını az çok tahmin etmiştim aslında ve grubu uzun zamandır tanıyor olmaktan dolayı çok, çok memnunum. Abyssal Gods ile mağaradaki zincirlerini kırıp dışarıya adımını atmış, Vile Luxury ile de geri gelip hala duvarlardaki gölgeler ile idare edenlere hakikatı aktarmaya çalışmıştı New Yorklu trio. Alphaville ile ise cehaleti aşamayacağının kabullenişi ile gelen tamamen bireysel bir özgürlüğün getirisiyle sınırları paramparça edip kendi keyfine bakmış tabiri caizse. Nasılsa bize deli gözüyle bakıyorlar gibi bir mantık ile canı ne istiyorsa onu yapmış. Sonuç mu? Sonuç, eğer deneysel müziği denemeye açıksanız, mü-kem-mel.
Büyük Buhran öncesindeki şatafatlı yılları tanımlayan Caz Çağı’nın abartılı pırıltısı; içten içe yeni bastırılmış işçi isyanlarının tedirginliği; farklı hayatların iç içe geçtiği şehirlerin arka sokaklarındaki tekinsizlik… Distopya, sandığınız kadar da uzakta değildir belki de. 100 yıllık meseleleri bırakıp yakın döneme gelirsek bir Çinlinin yarasa yemesine bakıyordur hatta belki de. Imperial Triumphant, tüm o cazın arkasındaki dramı ve kaosu öyle güzel işliyor ki işitsel bir eserde bugüne kadar tükettiği tüm o distopya eserlerinden görsel imgeler, potpuri halinde zihninde uçuşuyor insanın. Müzik gibi ahenk bağımlısı bir kavram tamamen çarpıtıp bozularak böylesi güçlü imgeler yaratabilmek çok büyük bir marifet. Kendi rönesansını gerçekleştirmekle meşgul bir bas gitarın kerteriz noktasını belirlediği Excelsior‘u veya baş dönmesine neden olacak geçişlerle dolu City Swine veya Atomic Age‘i (Tomas Haake!) dinleyin; Imperial Triumphant yalnızca öyle olmak uğruna garip değil. Bu, stüdyoya kapanıp “hadi baba; kopuyoruz!” deneyselliği değil ve dört sesli vokal korolarından Japon taiko davullarına, trombondan üç albümdür duysam da hala her duyduğumda irkilmeme neden olan Yoshiko’nun çığlıklarına kadar Alphaville’de olan biten her şey, bu üç başlı kartalın mutlak hakimiyeti altında, kesin bir anlama hizmet ediyor.
Eğer tüm bu yazdıklarım biraz kafanızı kurcaladıysa ve “Ne diyor lan bu değişik?” seviyesindeyseniz Alphaville koca bir balon gibi gelecek size muhtemelen ve zamanınızı aldığım için üzgünüm. Fakat üzerine etraflıca düşünülmüş stilistik distopya tasvirleri ve dinlediği müziği kültürün diğer alanlarında tükettiği eserlerle birleştirip anlamlar türetmekten keyif alan okurlar ve bendeniz için Alphaville, 2020’nin en görkemli birkaç eserinden biri; az bile yani.
92/100
Patronlarımıza sunduğumuz hoşluklardan faydalanmak için Patreon sayfamıza göz atabilir, Metalperver’e destek olmaya başlayabilirsiniz:
sinematik kritik nasıl yazılır (nokta)
Bana fazla progresif geldi bu, benim zamanımı aldın 🙂
Bu arada albüm kapağının çizeri Mgła – Age of Excuse’un da çizeri olan Zbigniew Bielak. Gayet yetenekli bir kişilik kendisi belli ki.
Zor bir pek çok açıdan, kitlesi sınırlı olacak o yüzden mutlaka.
Ghost kapaklarından biliyordum ben de abiyi, AoE’nin de onun olması hoş detaymış.
Hiç yorum yapmamışım buraya ayıp olmuş. Genelde metal ve cazı buluşturmuşlar denilen işlerde metal kısım ve saksafonlu kısım olur ya da caz pasajı olur yani bir ayrıklık olur ama bu adamlar direk iç içe sokmuş işleri hiçbir zaman “hadi caz yapalım” hissine sokmuyor black metal teknik death metal ve caz iç içe bir sound oluşturmuş. Imperial Triumphant’ı özel yapan da bu bence üyelerin gerçekten cazcı olmasından mıdır bilmem ama tamamen hakim özgün ve kalitesi yüksek bir iş. Ayrıca IT’ın zirvesi bence
Geri bildirim: Röportaj: Imperial Triumphant – Metalperver