Klasik Bir Cumartesi: Dark Tranquillity – The Gallery
Merhaba.
Bu yazıyı yazmaya başladıktan yaklaşık yarım saat sonra 33 yaşıma gireceğim. Üzerine çok düşündüğüm bir şey değil ve hayatımın büyük bir kısmı, bundan on beş sene öncesindeki haline benzer biçimde devam ettiği için büyümüş gibi de hissedemiyorum pek. Fakat özellikle kültüre ilişkin konularda kendini açıkça hissettiriyor bu yaş alma hali. Eski gözüyle bakılan filmleri sinemada izlemek, çıktığı yıl satın alınıp dinlenmiş klasik albümler, teknolojinin farklı evrelerinde geçen, bugün bakınca bazı bölümleri Karanlık Çağ’da geçmiş gibi hissettiren çocukluk yıllarına ait anılar derken insan geçmişine bakınca her şeyin ne kadar değiştiğini fark ediyor ister istemez…
Gerçi değişmeyen şeyler de var. Dark Tranquillity sevgim ise belki de içlerindeki en sabit olanı.
1999 yılında, Projector ile tanıdım İsveçli efsaneyi. Sekiz-on gruptan ibaret olan metal bilgim, daha yeni filizlenen metal sevgim ile çok sevdim. Kimilerine göre davayı sattıklarını, Dark Tranquillity’nin kendi Load‘unu yaptığını, eski albümlere kıyasla Projector‘a tam bir fiyasko gözüyle bakıldığını bilmiyordum. Mikael’in o yeni yeni kullanmaya başladığı temiz vokalini, Freecard‘ın piyanosunu, Therein‘in efektlerini, The Fun Fired Blanks‘in gazını, melankolik atmosferi, kısacası her şeyini sevmiştim. Hayatımın önemli bir kısmında hep yanımdaydı neticede. Öyle ki orta okulun son gününde, sınıf arkadaşlarımdan ayrılacak olmanın acısıyla walkman’de son ses Auctioned dinlerken akan bir damla gözyaşımın tuzu hala yakıyor bu anıyı anımsarken. Çocukluktaki o canlı, saf ve içten pek çok anımda eşlik etmişti bana Projector.

Ben Projector kasedini bozmanın eşiğindeyken Haven çıktı. Gruba yeni katılan Martin Brändström’ün sayesinde elektronik bir altyapı gelmiş, Projector‘dan bambaşka bir şey olmasına rağmen yine de sevdirmişti kendisini. Grubun Projector öncesinde Century Media‘ya geçtiğini, Martin’in de gelişiyle yeni şirketinin kanatları altında yeni bir tını yakalamaya çalıştığını bilemezdim tabii. O zamanlar, böyle şeyleri okuyabileceğim bir Metalperver de yoktu neticede… Ne var ya, hep milleti mi öveceğiz, az da kendimizi övelim.
Neyse, sonra türlü değiş-tokuşlar, borçlanıp kaset-CD satın almalar, para yoksa Hayri Plak’ta korsanlara düşmeler derken Dark Tranquillity’nin yaptığı ne varsa kısa sürede ezberledim. Tam da diskografinin dallanıp budaklandığı bir dönemde dinlediğim için her birinin birbirinden başkalığı çıldırtıyordu beni… Açık söyleyebilirim ki özellikle 1999-2002 arasında dünyanın en iyi grubu Dark Tranquillity idi benim için. Gerçi tüm hayranlığımı bir kenara bırakınca da Dark Tranquillity hala en istikrarlı, en kaliteli isimlerden biri metal piyasasında ve birkaç bira içirseniz bir önceki cümledeki düşüncelerim hortlayabilir, hiç belli olmaz.
Artık bu tip tartışmalara giremeyecek kadar çok fazla şey dinlemiş olsam da eğer herhangi bir yerde Dark Tranquillity övmek veya savunmak (ne işim varsa o ortamda) durumunda kalacaksam konuya direkt grubun magnum opus eserinden, melodik death metal türünün gelmiş geçmiş en başarılı bir-iki işi arasında gösterilen 1995 çıkışlı efsanevi The Gallery‘den başlarım galiba.
Dark Tranquillity’nin müziğindeki en sevdiğim özellik grubun hiçbir zaman formülünü açık etmemesi herhalde. Haydi, bu kısımda kopuyoruz! gibi niyetini gösteren bir bölüm bulmak imkansız neredeyse. Zaten her şey bir yana, Dark Tranquillity’nin tamamen müzik için müzik yaptığına can-ı gönülden inanıyorum ve grubun on yıllar süren kariyerinde bir kere olsun bile beni kandırmaya, aklımla oynamaya çalışmamış olması, sevgimi kat be kat arttırıyor. The Gallery‘in görkemi ise tam da burada yatıyor; başından sonuna muazzam bir tasarının ürünü olmasına rağmen inanılmaz doğal hissettirmesinde. Ee sevgili gönül dostları, sanat da böyle bir şey değil mi biraz? … Pardon.
Saf ve romantik bir eser The Gallery. Örneğin bu albümden sadece 13 gün önce yayımlanan, teknik açıdan aynı kulvardaki Slaughter of the Soul‘da asla bulamayacağınız türden bir duygusallığı, genç yaşlarda tecrübe edilen her şeyin olduğundan kat kat daha yoğun hissedilmesiyle de ilgili olduğuna inandığım özel bir atmosferi, sanatsal olmak için ekstra bir gayrete girildiğini hissettiriyor. Müthiş kapağı, Mikael’in harika sözleri, akustik gitarlar, kadın vokaller, 21-22 yaşlarında olmanın cesareti… Bana öyle geliyor ki bu albüm yazılırken müzikten çok edebiyattan, tiyatrodan ilham alınmış. Akıllardan çıkmayan ölümsüz metinlerdeki karakterler gibi zıtlıklarla dolu, karanlık, öfkeli, romantik ve tutkulu The Gallery. Dört başı mamur derler ya; tam olarak öyle işte.
Yirmi beş yıl sonra bile hala konserlerin vazgeçilmezi, bugüne kadar yazılmış en iyi melodik death metal parçalarından sayılan Punish My Heaven ile açılıyor The Gallery. Rif anlayışının kısa, fakat sonu gelmeyecekmiş gibi hissettiren melodik sololardan oluştuğu albümün (belki Lethe ile beraber) en ağır topu, sanki tüy kadar hafifmiş gibi akıp gidiyor. Mikael’in ilk çığlığından itibaren de insan Skydancer‘da neden vokal yapmadığını (Shadow Duet‘i ayrı tutalım) sorgulamaya başlıyor. Ne çok tiz ne de kalın, orta seviyelerde kükrüyor Mikael ve anlaşılabilirlik ile brutallik arasında enfes bir denge tutturuyor daha ilk başrolünde. Bu seviye sert bir vokale bu kadar duygu yükleyebilen kimse yok bu camiada. IN FLAMES‘e geçip Mikael Stanne’nin vokalist koltuğuna oturmasını sağlayarak hayatındaki en düzgün işe imza atmış Anders’in (adın batsın Anders!) yokluğunu aratmayı geçtim, Mikael öyle bir söylüyor ki bir-iki dinleme sonrasında dinleyiciyle arasında özel bir bağ kuruyor. O kadar içten, o kadar gerçek bir performans ki Mikael’e sarılıp “anlıyorum,” demek geliyor içimden. Hatta yapmıştım da bir kere ve o da “minnettarım,” diyerek bromance ilişkimizi başlatan adımı atmıştı. Sonra tabii mesafe girdi araya, şeyler oldu, pek ilerletemedik.
Müzik kısmında her şarkıyı tek tek konuşuruz saatlerce ama ben sadece Mine is the Grandeur ve bağlanan …Of Melancholy Burning kapanışının bile The Gallery‘nin görkemini anlatmaya yeteceğini düşünüyorum. Tamamen akustik, timpani sayesinde epik ve folk bir şeye dönüşen harika ilk kısmın ardından Anders’in enfes davullarıyla giren parçada yok yok: Niklas-Fredrik ikilisi, Martin Henriksson’un bas gitarının bu muhteşem melodi bombardımanını dolduran ve cılızlıktan kurtaran unsur olduğunu fark etmiş olacaklar ki diğer parçalardaki pek çok anda olduğu gibi bu parçada da bas önderliğinde geçilen pek çok kısım var örneğin. Anders’in orta tempoda groovy death metal davulları yazımı konusunda ne kadar underrated kaldığını fark edeceksiniz mesela …Of Melancholy Burning‘in ilk iki dakikası bitmeden. 2:30 civarına yaklaşırken ise yine Martin’in bas gitarının önderliğinde, tıpkı kusursuz The Gallery parçasında olduğu gibi bir kez daha devreye girecek Eva- Marie Larsson: “Benimki melankolinin ihtişamı!” sözleriyle albümün alamet-i farikasını duyururken hemen peşinden yükselen Mikael’in çığlıkları, sahneyi değiştirecek. Gerçekten de bir tiyatro oyunuymuş gibi her geçişte ışıklar kararıyor ve bir koşturmayla dekor değişiyor sanki. Birden ışıklar açılıp kendinizi yepyeni bir ortamda bulduğunuzda şaşırmıyorsunuz gerçi artık; Dark Tranquillity’nin The Gallery boyunca yaptığı bir şey bu.
Kendime bir doğum günü hediyesi vermek istedim sanırım. O yüzden de çok bildiğim, çok sevdiğim, benliğimin bir parçası haline gelmiş The Gallery‘i dinleyip konuşmak istedim biraz. An itibariyle saat 02:11 olmuş ve ben yaklaşık iki saat kırk beş dakiakdır sadece bu müthiş albümü dinleyip detaylarındaki şahikalıklarla kendimi ödüllendiriyorum. Anders Jivarp’ın The One Brooding Warning‘in 15 ile 30. saniyeleri arasında yaptıklarını, Niklas Sundin’in The Dividing Line‘da yazdığı saçma sapan çift gitarı, Midway Through Infinity‘nin açılışındaki, bu grubun genlerinde black metalin de olduğunu gösteren enfes blast-beat ve tremolo şovunu, Mikael’in defalarca haykırdığı “…your talonlike fingers to kill me again!” sözlerini dinliyorum tekrar tekrar. Çalıyor, istila ediyor, suçluyor… Yirmi sene önce ilk defa dinlediğim günkü kadar etkileyici ve her geçen gün kötüye giden bu yerde bu yaşa kadar yaşamış olmaktan, duyabilen iki kulağa sahip olmaktan minnet duymamı sağlayan çok, çok özel bir eser.
100/100

Mutlu yıllar hocam, iyi ki doğdun. Bu süper yazı da bana da doğum günü sürprizi oldu.
Teşekkürler, hep beraber nice yıllar olsun!
Bir albüm ancak bu kadar güzel betimlenebilirdi. Yazının üzerine tekrar dinlemeye gidiyorum, über iyi!
Çok teşekkürler. Albüm o kadar iyi ki Word’ü açıp bilgisayar başından kalksam Microsoft kendi kendine de yazardı bir yazı. 🙂