Klasik Bir Cumartesi: ISIS – Panopticon
Merhaba.
ISIS acayip bir şey.
Sıradan çinko hardcore grupları kadar yuvarlak hatlı olmaması bir yana, ortalama metal gruplarına kıyasla da fazlasıyla kafa karıştırıcı ve gizemliler bir kere. Üstelik metalin dışında başka bir türde değerlendirmeyi zorlaştıracak seviyelerde de heavy tınlıyorlar çoğu zaman. Her şeyi geçin, sırf Aaron Turner’ın haykırışlarını bile başka herhangi bir türde değerlendirmek, o ciğer söken performansın karşısında büyük günah. Grubun ismi çok talihsiz ve yüreğimiz kan ağlasa da iyi ki dağılmışlar dedirtiyor tabii ama ona da takılmayalım artık.
Godspeed You! Black Emperor, Sigur Rós, Mogwai gibi isimler post-rock türünü filizlendirirken ISIS de 2000 ve 2002 yıllarında yayımlanan Celestial ve Oceanic ile bu post ön ekini metale taşımayı başardı adeta. Yeni bir bakış ve birbirinden ilginç temalarla dinledikçe açılıp genişleyen bir müzik ile ISIS, Neurosis gibi, Godflesh gibi, iyice geriye gidersek Melvins gibi isimlerin araladığı kapıyı ardına kadar açarak 21. Yüzyıl’a net bir şekilde damga vurdu.
Kayo Dot, Boris, Jesu, Xasthur, Converge, Sunn O))) gibi hep ilerici, kafa açan gruplarla çalışmış Hydra Head Records’un da başındaki, ISIS’in beyni Aaron Turner’ın vizyonu, şu yazıda ismi geçen grupları görünce bile anlaşılıyordur zaten de… Yahu resmen ISIS’in görkemi altında eziliyorum. Fark ettiğiniz üzere bir türlü çıkamadım giriş bölümünden. Tamam. Haydi artık, Panotican‘a gidiyoruz! Yetti be, hshah.
Panopticon nedir, önce ona bakalım. İngiliz filozof Jeremy Bentham tarafından tasarlanmış bir hapishane, bir kontrol sistemi aslında Panopticon. Geniş bir açıklığın ortasına kontrol kulesi dikip hücreleri de etrafına yaymak şeklinde özetlenebilir. Böylece kontrol kulesinde tüm mahkumları gözlemek mümkün. Ancak mahkumlar o anda kendilerinin gözetlenip gözetlenmediğinden asla emin olamıyorlar. Fiziksel bir kontrol mekanizması gibi görünse de mental bir kontrol aynı zamanda yani. Sonradan Disiplin ve Ceza adlı eserinde Michel Foucault da bu mevzulara girip olayı farklı yerlere çekti zaten.
Tabii bu fikre daha kavramsal bakıp izlenmek, takip edilmek gibi yerlerden yaklaşarak daha da ürkütücü bir hale getirmek mümkün. Günümüzün popüler konularından verilerimizin izinsiz kullanımı ve paylaşımı gibi de görebilirsiniz isterseniz. Veyahut dünyamızın etrafında dolanıp duran onlarca (yüzlerce? hiç bilmiyorum kaç tane dolanıyor) uydu üzerinden de düşünebilirsiniz. Zaten sözlere bakınca ISIS’in de konuya buradan yaklaştığını fark edeceksiniz. Kısacası Panopticon, kimi zaman ense tüylerinizi kabartan, kimi zaman ise özgürlüğünüzün elinden alındığını düşündüren nahoş bir hissin tasarımsal karşılığı. ISIS ise kendi Panopticon‘u ile bu hissi olduğu gibi müziğe aktarmayı başarıyor. Olacak iş değil kısacası. Deli işi gibi bir şey.
Post-rock ile teması daha samimi, bas ağırlıklı ve post-metal denilince aklınıza gelen şeylere göre gayet yavaş bir müzik ISIS’inki. Aaron Turner’ın müthiş vokalleri nadiren devreye giriyor ve çoğu zaman dinleyici, kendiyle baş başa Panopticon‘da. Bu tip progresif, atmosferik, sludge, doom, post-rock vb. türlerin harmanı işlerde olay çabucak sıkıcı bir jam session haline gelebiliyor ama ISIS, Panopticon‘daki her şarkıda üzerine koyarak ilerleyip enfes çatılar kurmayı beceriyor her defasında. 21. Yüzyıl BLACK SABBATH‘ı gibi bir benzetmeyle ağır, monoton ve sıkıcı belki kimi kulaklar için ama özümseyebilecek, detaylarına boğulmaktan çekinmeyecek, üzerine düşünebilecek olanlar için cevher resmen.
Temelleri sağlam atılmış bir türü geliştirmenin ötesinde, Panopticon‘un bir diğer üstün özelliği de bestelerindeki zeka zaten. Akorlara yoğunlaşan, devinime inanan bir beste yapısıyla So Did We‘den kapanıştaki Grinning Mouths‘a, albümdeki yedi parça da çok detaylı ve sabrı olanlar için açıldıkça açılacak besteler. Hele ki o Grinning Mouths zaten… 5:33’te giren Aaron’ın gitarını, müthiş outro bölümünü… Bu işlere hiç girmeyeceğim, çıkamayız. Yedi parçanın ortalaması sekiz buçuk dakikaya yakın ama ne zaman başlıyor, ne zaman bitiyor anlaşılmıyor. ISIS döktürüyor çünkü! ISIS BE KARDEŞİM! Öv ha öv. Duramıyorum.
Galiba en içime sinmeyen yazılarımdan biri oldu bu ama Panopticon ve genel olarak ISIS biraz da böyle bir şey zaten bence. Başkalarına anlatmakta zorlanacağınız, içinizde patlayan havai fişeklerin pırıltısını ve gürültüsünü karşıya ifade edemeyeceğiniz türden içsel ve delice bir şey. O yüzden saçmalıyorsun ister istemez. Uzun lafın kısası sözümün bir kıymeti varsa ISIS’i bilin, Panopticon‘u (ve Oceanic‘, ve Celestial‘ı, ve In the Absence of Truth‘u, ve hatta Wavering Radiant‘ı da) dinleyin. Bu kadar.
Ben post-metal dinlemeye biraz farklı bir uçtan, The Ocean ile başladım. Post-rock uzun yıllar ilgimi çekmeyi başaramasa da The Ocean ile bu türün kapıları açıldı bana ve bu grubun ilham aldığı grupları araştırmaya başladım. Hatırlıyorum da o listelerde gördüğüm grupların çoğuna aşık oldum ama üç tanesi diğerlerinden daha ağır bastı Neurosis, Swans ve tabii ki ISIS. İlk dinlediğim albümleri Panopticon’du. Hala ne zaman canım So did we’yi dinlesem Grinning mouths’a gelmeden kapatamıyorum. Son paragrafa gerçekten katılıyorum, yıllardır bu gruba olan sevgimi anlatmakta güçlük çekiyorum. İnsanlara öneri verirken ancak yazdığım diğer grupları yazarlarsa önerebiliyorum. Tüm zamanların en iyi albümlerinden biri. Eline sağlık gerçekten ben övsem ancak bu kadar övebilirdim. 100/100 (Günün birinde cesaret edebilirsem siteye Swans-The Seer incelemesi kazandırmak istiyorum o da burada bulunsun.)
The Seer cidden muazzam bir albüm. Yazabilirsen zevkle okurum.
The Seer kesinlikle uzun bir yazıyı hakediyor.
yazıda o kadar Neurosis referansı görüp de Isis i dinlememiş olmak rahatsız etti resmen beni. ilk fırsatta bu işi halledeyim bari.
Ne kadar dinlersem dinleyeyim sevemediğim bir albüm. Her yerde müthiş bir övgüyle bahsediliyor kendisinden ama nedense katlanılamaz derecede kötü buluyorum. Hele ki vokaller tam bir işkence benim için. Belki kompozisyonel yönden çok sakat değil ama ciddi bir miks/prodüksiyon sorunu var albümün.
Sorundan ziyade bir tercih aslında. Panopticon’un ilk baskılarında dinamik aralık ortalamaları 7 civarında ki epey düşük gerçekten. Sonradan yayımlanan Remastered versiyonlarda 10’a çekilmiş ve ben o kaydı dinleyemiyorum mesela, asla geçmiyor albümün ruhu o aralıklarda bana.
Celestial, Wavering Radiant gibi albümlerdeyse çok daha yüksek dinamik aralık. Zaten bu da o albümler için bir eleştiri noktası oluşturuyor bazı hayranlar için. Kimi dinleyici yastıkla boğulmuş gibi bir sound tercih ederken kimisi de pırıl pırıl, ferah şeyler dinlemek istiyor.
Açmak istedim biraz bu mevzuyu.🤘🏼
drloudnesswars bu konuda referans alınacak iyi bir site ancak ilk çıkışında kompres edilmiş, pek de tatmin edici bir ses dengesine sahip olmayan bir albüm sonradan ne kadar remaster edilirse edilsin bir miks harikasına dönüşemiyor. Celtic Frost – Monotheist örnedğini vereceğim mesela. CD baskısı duyabileceğin en kötü, en gürültülü mikslerden birine sahip. Geçende internetten bunun plak ripini buldum ve CD’ye kıyasla belirgin şekilde daha iyi olmasına karşın yine de ilk sürümün mirasını bir nebze üzerinde taşıyordu. Deathspell Omega da bundan çok çekiyor mesela, kompozisyonel açıdan muazam işleri bir gürültü yumağına çeviriyorlar. Bilhassa iyi bir dinleme ekipmanıyla bu kusurlar epey belirginleşebiliyor. Bilgisayarda ASIO eklentisiyle beraber Foobar2000 kullanıyorum, kulaklık olarak da Marshall Major II’ye sahibim ve Isis, Panopticon albümünü ne yazık ki dinlerken zevk alamıyorum, boğuk ses beni rahatsız ediyor.
Tabii bu sorunun farkında olan ve albümlerini bu kaideler doğrultusunda kaydedip miksleyen modern gruplar da mevcut; Blood Incantation, Inverloch, Desolate Shrine, Tomb Mold, Coffin Rot ve pek çoğu gibi. Ekstrem metal albümleri olmalarına karşın yağ gibi akıyorlar ve uzun dinlemeler sonrası ne kulağı ne de başı ağrıtıyor. Bazen yalnızca kulaklarımı bayram ettirmek için Disembowelment, Transcendence Into thePeripheral açtığım oluyor.
“Boğuk ses beni rahatsız ediyor.”
Bundan bahsediyorum tamamen. V-Moda Crossfade – 2 ile dinliyor ve bayılıyorum o boğucu kayda ben mesela. Bu yüzden iş biraz da tercihe geliyor demek istedim. Tamamen dinlenemez bir kayıt değil zira.
Mukemmel bir album. Benim icin de Neurosis – Times of Grace ile birlikte post metal’e giris albumudur. 100 puani hakediyor. Oceanic’in de bundan asagi kalir yani yok.
Çok iyi bir kritik. Umarım neurosis rosetta cult of luna gibi grupların kritikleri de giderek artar