Temple of Void – The World That Was
Merhaba.
2017 yılında Lords of Death‘i incelerken Amerikalı death/doom grubunu öve öve bitirememiştim ve hala albümle ilgili fikirlerim pek değişmedi. Kabul, anın gazıyla birkaç puan fazla vermiş olabilirim ama o kadar da olacak tabii. Nitekim insanın karşısına her gün 36 dakikalık bir death/doom şaheseri çıkmıyor.
Temple of Void’in Lords of Death‘teki en büyük başarısı tempoyu çok düşürmeden türün gereklerini yerine getirebilmesi, tekrar ve atmosfer yerine yüksek tonajlı rifler ve müthiş vokal Mike’ın boru sesine abanan bestelerle, dolu dolu bir albüm yazabilmiş olmasıydı. Çalma tuşuna basar basmaz hoparlörden yükselip ele geçiriyordu ortamı Lords of Death. Haliyle The World That Was‘dan beklentim yüksekti ama bir yandan da bu işin böyle devam etmesinin çok zor olduğunu tahmin ettiğimden grubun daha farklı bir yol izleyebileceğini düşünüyordum.
Öyle de olmuş.
The World That Was, açılış parçası A Beast Among Us‘ın ortalarından itibaren grubun bu albümde daha ağır, daha yıkıcı bir tavır benimsediğini gösteriyor. Odak merkezi doom ve ağır mı ağır rifler üzerinde Mike hayvanının duvarları titreten brutal yakarışlarına teslim ediyoruz kendimizi. Ya da Temple of Void bizi esir alıyor. O tarz bir şeyler yani. Öf ulan gene çok iyi bunlar ya, haha.
Bazen kritik yazarken arkaya albümü açmamak gerekiyor galiba. The World That Was için de böyle bir durum söz konusuymuş, şu an anladım. Çünkü A Beast Among Us‘ın sonlarındaki o rahatsız seslerin arkasından Self-Schism‘in cazır cuzur orta tempo death metal rifleri girince kafa gitti biraz fark ettiğiniz üzere. Çoğu yazıda bahsettiğim denge meselesi bu yüzden önemli işte; hangi parçayı nereye koyacağınız, neyi neyle bağlayacağınız dinleyicinin algısını tamamen manipüle etme gücünü de elinizde tutma şansı veriyor. Gayet basit bir rifle bile etkileyici olunabiliyor işte yeri gelince. Bu arada hem demin bahsettiğim gibi ilk parçanın sonunda, hem A Single Obulus‘ta, hem Leaving the Light Behind‘ın başlarında görülebileceği üzere Temple of Void atmosfer mevzusunu da es geçmeyip yine dünya dışı bir ortam yaratmayı başarmış. Grubun bu suyu çıkmamış deneysel/atmosferik hallerini çok beğeniyorum ve tam tadında bırakmışlar yine. Bu arada Leaving the Light Behind‘ın nakaratı temiz vokalli. Bu da ilginç bir tercih olmuş ama sevdim mi tam emin değilim. İlginç diyelim.
Temple of Void’in geleneksel sınırını geçmeden bugün gibi tınlayan şeyler yapma becerisi çok yüksek. BOLT THROWER gibi isimler akla geliyor elbette ama grup bir şekilde kendi müziğine dönüştürüyor kadim formülleri. Fakat Lords of Death daha ne olup bittiğini anlamadan kafa sallamaya başlayıp insanı kendinden geçirten bir albümken The World That Was biraz daha vakit isteyen, daha ağırdan alan bir albüm olmuş ve kıyas noktasında en büyük darbeyi buradan yiyor. Bariz bir hacim, çarpıcılık eksikliği var ve Mike’ın ayı vokaliyle birleştiğinde etkisi katlanan gaz death metal anlarında bile tam manasıyla avcunun arasına alıp ezemiyor bu defa. O açıdan üzdü biraz. Gerçi onun yerine kapanıştaki gibi muazzam melodik doom anlarıyla yakıp yıkıyor. Neyse ki. Bir de bu son parçanın ortasındaki galloping bas gitar ve armonik gitarlar… Sizi çakallar ya. Hınzırsın Temple of Void.
Geriye atılmış bir adım gibi değilse de Lords of Death‘in arkasından bir parça da olsa hayal kırıklığı yarattı galiba The World That Was. Tabii tamamen kendi için bir değerlendirme bu ve Temple of Void’in kötü bir albüm yapma yetisi olduğunu düşünmüyorum hala günün sonunda. Sadece biraz daha detaycı, gitar işçiliğinde biraz daha yaratıcı, bir de Lords of Death‘teki gibi şöyle koydu mu oturtan ağır siklet bir iş gelmediği için keyifsizim biraz, yoksa albüm çok iyi ve death/doom seven herkese gözü kapalı tavsiye ederim.