The Devil’s Blood – Time of No Time Evermore
Daha önce de siteye yazılarıyla katkı veren Gürkan Uzunpınar‘ın konuk yazısı ile karşınızdayız bugün. Biraz uzunca ve kişisel belki ama bir o kadar da zihin açan bir iş çıkarmış Gürkan; keyifli okumalar:
Kabul edelim ki ekstrem metal aleminde müziğin biçimi ve içeriği arasındaki bağlantı konusunda süregelen bir tartışma var. Bir black metal albümünü black metal yapan şey ikinci dalga Norveç akımının da altyapısını oluşturduğu üzere düşük prodüksiyon ile elde edilen ambiyans mıdır? Yoksa grubun felsefesine göre değişkenlik gösteren satanizm veya nihilizm propagandasıyla yanıp tutuşan sözleri yeterli mi? Her ikisi de eşit derecede birbiriyle uyumlu mu olmalı?
Sanatın doğası gereği bu soruların oldukça göreceli cevapları olduğunu belirtmekte fayda var. Lakin yine de sanatın her alanında olduğu gibi müzikte de bir “kanon” gerekliliği vardır. Özellikle edebiyatta her dönemin yazarlarını ve eserlerini şekillendiren yegane eserleri kapsayan bu terim bugün bizlere Shakespeare, Dante veya Chaucer gibi yazarların hem biçim hem içerik olarak en üst düzeyde yazarlar olduğunu söyler ve sonrasında gelen yazarların da bu yazarların üzerinden ister onlarla düşünsel bir savaş içerisine girerek isterse de onları taklit ederek kariyerlerinde ilerlemeleri gerektiğini belirtir.
Bu sebeptendir ki her ne kadar biz müziğe göreceli davransak da aslında temelinde hangi tür olursa olsun o müziği en başarılı şekilde şekillendirmiş sanatçıların döşediği taşlarla kurulu bir yoldan ilerlenmesi gerektiği aşikardır. Black Metal’i yeniden ele alırsak bu taşların Burzum, Ulver, Emperor, Dissection veya Mayhem gibi gruplar tarafından döşendiği söylenebilir. Keza bugün black metal türü içerisindeki çeşitlilik de bu grupların felsefi ve biçimsel çeşitliliklerinden kaynaklanmakta. Burzum’un taşıdığı ambiyans tabanlı atmosfere daha çok önem veren, Emperor’ın senfonik elementlerle süslediği kompleks yapısı ve neredeyse progresif tabanlı denilebilecek besteleri, Dissection’ın açıkça NWOBHM’dan beslendiği keskin çift gitarları sipsivri bir gitar tonuyla bembeyaz kar tanelerine ilmek ilmek işlediği atmosferi veya Mayhem’in kaotik ve karanlık anlayışını daha primitif ve ilk dalga black metalcilere daha sadık bir şekilde ele alması gibi örnekler verebiliriz. Bu tarz büyük grupların kendi kimlik arayışlarını aynı zamanda türün kırmızı çizgilerini de oluşturan yapıtaşları olarak da ele alabiliriz.
Bununla bağlantılı bir şekilde en baştaki tartışmaya geri dönecek olursak; bir Black Metal grubu klasik power metal rifflerini karanlık bir atmosferle birleştirerek Black Metal icra edebilir mi? Senfonik ögelerin Black Metal’de yeri var mıdır? Yoksa küçük oyuncak synthesizerlarla icra edilmiş gibi duyulan tekrara dayalı ambiyanslar ve patlak amfiden çıkarmışcasına kulaklara hücum eden kötücül riffler midir bu işin temeli? The Devil’s Blood dinleyene kadar uzun bir süre boyunca kendi zihnimde Black Metal için hep bir kanon oluşturmaya çalışmıştım. Bu fikirlerimin bir çoğu grubun ilk albümü The Time of No Time Evermore’u dinledikten sonra büyük bir değişikliğe uğradı. Şimdi bir dakika The Devil’s Blood black metal yapmıyor ki diyebilirsiniz. Hayır, doğal olarak black metalin sınırları ve tutarlılıklarını göz önünde bulundurduğumuzda The Devil’s Blood bir black metal grubu değil, fakat bu kritik vesilesiyle (deli mi bu ne diyebilirsiniz, olsun.) aksini kanıtlamaya çalışacağım, çünkü The Time of No Time Evermore rock müzik ve black metal arasında ilginç bir bağ kurabilen, mantık sınırlarını zorlayan ve özünde içeriği için ekstrem diyebileceğimiz bir müzik sunuyor bizlere.
Biçimsel açıdan müzikal kimliğini 70’lerin saykodelik rock gruplarından ve özellikle birçok yerde belirtildiği üzere Black Sabbath, Deep Purple, Jefferson Airplane gibi grupların temel özellikleriyle yoğurmuş bir müzikle karşımıza çıkıyor diyebiliriz The Devil’s Blood için. Her ne kadar kendinizi Christ Or Cocaine dinlerken klasik bir Rainbow veya Deep Purple parçası dinliyormuş gibi hissetseniz de Farida Lemouchi’nin türün gerekliliklerine apaçık karşı duran sopranosu bizi bambaşka bir atmosfere çekiyor. Genellikle 70’lerin ve 80’lerin hard rock, saykodelik rock ve heavy metal grupları için en büyük geçerliliklerinden bir tanesi de keskin ve bol bol falsettolarla süslenmiş veya Dio gibi hırçınlığını ciğerinden sökermişcesine haykıran vokallerdi. The Devil’s Blood’ı retrospektif bir grupmuş gibi düşünmememe sebep olan şeylerden bir tanesi de özellikle bu. Son yıllarda 70’ler ve 80’ler rock ve metal müziğine retrospektif bir yaklaşım sergileyerek onlara saygı niteliğinde ortaya çıkan grupların ve albümlerin çok daha ötesinde fikirlerle bezenmiş bir albüm The Time of No Time Evermore.
Çift gitarların harmonik kullanımının yolunu açan Wishbone Ash, majör akorlarla bile sizleri karanlık ve garip atmosferlere sokabilecek Jefferson Airplane gibi grupların temel elementlerini kendine has gitar kullanımıyla özdeşleştiren Selim Lemouchi, ki kendisi aynı zamanda grubun kurucusu ve bestecisi, The Time of No Time Evermore’un kendine has zıtlıklar içerisinde yüzen tonunu çevresine ve çevresinin katkılarıyla oluşan felsefesine borçlu. Sizlere ilginç bir dostluk üçgeni sunayım: Erik Danielsson, Jon Nödtveidt ve Selim Lemouchi. Üçü de zamanında birbirleriyle yakın arkadaşlar ve onları bağlayan en kritik şey ise MLO (Misanthrophic Luciferian Order). Üçü de Satanizme kozmik bir anlam yükleyerek daha fanatik ve radikal teorilerle işleyen bu kuruluşun üyeleri. Özellikle Jon Nödtveidt ve Selim Lemouchi hayatlarını etkileyen bu felsefeye (ki aslında din demek daha doğru olur) öylesine bağlanıyor ki bu düşünceler ikisini de ölümle buluşturuyor ver her ikisi de müzikal kariyerlerini gerisinde bırakarak genç yaşta intihar ediyor. İsmini de Watain’in Devil’s Blood parçasından alan grubun düşünsel altyapısı da MLO’nun radikal satanizm ve kaotizm felsefesiyle döşenmiş durumda.
Dissection’ın Storm of the Lights Bane albümündeki lirisizme benzer olarak The Time of No Time Evermore’da Selim Lemouchi’nin şarkı sözlerine şiirsel bir yaklaşım sunduğunu görüyoruz. Sözlerin teması ölüme yakın hisseden bir bireyin ikilemlerinden yola çıkarak inancın temellerini sorguluyor. Kozmik ironiyi en iyi şekilde kullanarak dizelerini yazan Lemouchi yer yer esprili bir yaklaşım bile sunabiliyor, ki bu da albümün en eğlenceli(?) parçası Christ or Cocaine’in nakaratında bize sırıtıyor:
I see a tunnel at the end of the light
And it’s driving me insane
Just tell me If I’m wrong or I’m right
And if it’s Christ or cocaine
The Anti-Kosmik Magick, The Yonder Beckons veya House of 1000 Voices’da şarkı sözlerinin günümüz Black Metal gruplarına taş çıkardığını da görebiliyoruz. İnançları ve kendi zihninin absürtlükleri içerisinde sıkışmış bir beynin haykırışı niteliğinde Lemouchi bizlere kariyeri boyunca bir intihar mektubu bırakıyor aslında. The Time of No Time Evermore o mektubun ilk paragrafı. İlginçtir ki yine ismi geçen parçalar albümün müzikal açıdan da en kompleks parçaları aslında.
Özellikle çift gitar kullanımının yanında akustik gitarlarla da desteklenen pasajlar, bağımsız ve groovy bas partisyonları ve Farida Lemouchi’nin vokal tonuna en uygun biçimde hazırlanmış vokal armonileri suratınızda geniş bir tebessüm bırakırken, Selim Lemouchi’nin virtüöz seviyesindeki soloları ve karanlık düşüncelerle boğulmuş zihninden yansıyan sözler ise o tebessümü sahteymiş gibi hissettirebiliyor. En nihayetinde kendinizi kozmik satanizmin yegane unsurlarından bir tanesi olan ve kaosizmin temellerinden biri olan “kozmik şaka”ya uğramış gibi hissediyorsunuz.
Benzer bir altyapıya aynı rifflerin yerine tremolo riffingler yerleştirip vokali de hafif kusmuklu yapsanız sapına kadar Black Metal dinleyebilecekken ufak tefek değişkenlerle neşeli melodiler içerisinde kendinizi kayıp bir zihnin içinde buluveriyorsunuz. Bu sebeptendir ki ne zaman The Devil’s Blood dinlesem kendimi okült rock veya başka yerlerde tanımlandığı gibi “Deep Purple, Black Sabbath ve Jefferson Airplane soslu bir müzik” dinlerken bulamıyorum. Müziğin en güzel anlarını tanımları aşan melodilerin kulağıma hücum ettiği anlarda yaşadım. The Time of No Time Evermore türlerin tanımlarını aşan, baştan aşağıya Selim Lemouchi’nin karmaşık zihninin bütünlüklü bir yansıması olan bir başyapıt ve rahatlıkla 2000’lerden sonra yapılmış olan en iyi Rock müzik albümleri arasında parmakla gösterilebilir. Eğer illa bir analoji yapılmak isteniyorsa, bunun en doğrusu, The Time of No Time Evermore için Rock müziğin Storm of The Light’s Bane’i demek olur. Benzer zihinlerden çıkan, aynı felsefe ve radikallik üzerinden dostluk kurmuş iki insanın bireysel sorunları ve onları da aşan kozmik sorunların arasında sıkışmışlığından bizlere hediye edilmiş iki büyük albüm, iki büyük kader ve iki aynı son.
MLO gerçekten garip bir kafa ya. Bir yandan toplumu aşağılayıp kendini yücelttiriyor insana, bir yandan da intihara sürüklüyor mizantropiyi dayayıp. Hiçbir şartta bu çılgınlığı desteklemiyorum. Bunun haricinde The Devil’s Blood gerçekten enteresan, neredeyse eğlenceli. I’ll Be Your Ghost’u, Queen of My Burning Heart’ı falan çok dinlerdim zamanında. Tam şu dışarıdan bakınca her şeyin ponçik ponçik göründüğü, fakat aslında katil/sapık manyaklarla dolu bir köyün falan resmedildiği filmlere müzik yapması gereken bir gruptu ya bunlar, haha.
Eline sağlık Gürkan, özellikle başta girdiğin kanon muhabbeti düşünmeye değer.
Evet aslında düşüncelerinin temeli birey olmayı ön plana çıkartıyorken öte yandan militan bir nihilist yaklaşım sergilemeleri insanları intihara sürüklüyor. MLO içerisinde bunun örneği çok kez yaşanmış. Bunun yanında temel düşünce sistemleri o kadar açık uçlu ki üyelerinin bir çoğu suç işlemeye de yöneliyor. Gerçekten garip bir kafa.
Bu konuyu “ilk heavy metal grubu” tartışması bağlamında da düşünebiliriz. Eğer “ideoloji” temelinde yaklaşırsak öncelikle karşımıza Arthur Brown, Coven, Black Widow gibi isimler çıkar. Arthur Brown, vokalist olarak Gillan’ın öncülü. Yani tarihsel olarak belki de en önemli figür. Bildiğin corpse paint yapıyor, sahnede şeytan maskesi falan kullanıyor. Coven en satanist olanı. Satanik ayin bile var albümde. Devil horns’u Dio’dan çok daha önce kullanıyorlar. Hem de insanın gözüne soka soka.
İdeolojik olarak bakarsak Sabbath bu gruplar kadar net bir tavra sahip değil. Peki niye genel olarak onu ilk heavy metal grubu olarak kabul ediyoruz? Malum: Iommi’nin riffleri. Diğerleri şeytandan bahseden ’68’liler iken Sabbath şeytani sesleri devreye sokuyor.
Netice itibariyle müzikten bahsediyoruz. Tremolo riffleri ve blast beatleri koruduğunuz sürece (aslında sadece tremolo da kafi) eşcinsel haklarından veya koalalardan (!) da bahsetseniz genel black metal çerçevesi içinde kalabilirsiniz.
“Duygu olarak” aynı dünyadalar diye farklı müzikal türlerdeki grupları aynı torbada toplarsak kategoriler anlamını yitirir. Aidiyet, tarihsel süreklilik veya bütünlük vb. başka bir konu tabii. İşin ideolojik boyutunda bu tarz bir algıyı ben de paylaşıyorum.
Çok güzel bir yazı olmuş, elinize sağlık. Grubu ve albümü bilmiyordum, ilk fırsatta dinleyeceğim.
Geri bildirim: Dool – Summerland – Metalperver