Klasik Bir Cumartesi: Opeth – Blackwater Park
Merhaba.
Dünyadaki Opeth algısı çok ilginç. Bir kesim grubu yeterince metal olmamakla suçlayıp çarmıha gerer, dinleyenleri ılık olarak damgalayıp kendilerini yüceltmeye çalışırken bir kesim de grubun müridi seviyesinde, neye coştuklarını da tam bilmeden veya doğru düzgün anlatamadan zikir çekip kendini dövüyor zincirlerle… Bir de tabii grubun bozup bozmadığıyla ilgili, sonsuza kadar süreceğini tahmin ettiğim başka bir durum da var ki talihsiz bir biçimde iki kesimin de ekmeğine yağ sürdü. Kısacası Opeth, tabiatındaki özellikleriyle her zaman insanları kutuplaştıran, tartışmalara yol açan bir isim oldu ve kariyerinin 30. yılı da geride kalmışken aynen devam ediyor her şey.
Neyse, gerçeklerin ve sadece gerçeklerin konuşulduğu Metalperver’de bu konuda bir taraf tutmuyorum tabii ki ben, haha. Opeth, metal tarihine adını yazdırdı çoktan ve bunu da bu amaçla yola çıkmadan, doğal devinimiyle başardı ki sıkça gözardı edilen bir şey bu. Kısacası Still Life‘ta nasıl ferah ferah takıldıysam yine benzer bir yazı olacak bu da. Zaten bazen söylüyorum bu köşedeki yazılar çoğunlukla inceleme yazıları değil diye; düşünce akışını yazıya dökmek biraz da.
Bugün herhangi bir Tüm Zamanların En İyi Progresif Metal Albümleri, Tüm Zamanların En İyi Metal Albümleri veya 2000’lerin En İyi Metal Albümleri listesini açtığınızda karşınıza mutlaka çıkacak, hatta büyük ihtimalle ilk 10 veya ilk 20 içerisinde denk geleceğiniz bir albüm Blackwater Park. Haydi listeleri de geçelim; YouTube’da metal ile alakası olmayan birtakım insanlar, daha çok izlenme getirmesi için Blackwater Park dinleyip reaksiyon videosu çekiyorlar… Bu gözardı etmesi imkansız şöhrete nasıl kavuştu peki Blackwater Park? Daha da önemlisi, bunu hak ediyor mu?
Karışık kaset hazırlama mevzularına, çift kasetçaların birinden çalarken ötekinden kopyalama hadiselerine, kasete kalem takıp pil yemeden şarkı sarmalara vs. yetişmiş ve o karanlık çağın çamurunda debelendikten sonra rönesansı yaşayıp büyük bir hızla CD dünyasına adım atmış genç bir öğrenciydim Blackwater Park çıktığında. Haftalık harçlığımı alır almaz ziyaret ettiğim Hayri Plak’tan kapağını beğendiğim, birinden dinlediğim, ZID’da konuşulduğuna şahit olduğum albümleri toplar, poşet poşet CD ile eve dönerdim. Orchid, Morningrise ve Still Life‘ı sırası ile dinlemiş biri olarak Blackwater Park‘ı da dükkana gelir gelmez temin etmiştim tabii ve o zamanki aklımla olan biteni tam çözememiş, biraz dağınık buluk bırakmıştım… Neredeyse 20 sene önceki çocuk aklımla düşüncelerim maruz görülebilir tabii. Zaten önemli olan da bugünden, şu an benim de dahil olduğum yaş aralığından bakarken aynı sığlıkta olmamayı becerebilmek.
Salim bir kafayla bakıldığında görülecek tek şey ise Opeth’in ustalıkla çizdiği, progresif death metalin evriminin bir sonraki aşamasında olan biteni önceden gözler önüne seren, Blackwater Park adında eşsiz bir tablo. Özellikle 2001’e kadar (Blackwater Park sonrasında Damnation/Deliverance ile ilk kez bocaladılar; A Fair Judgement‘ın sözlerinde Mikael de o dönemdeki özgüvensizliğini açıklıyor) devamlı üzerine koyarak, değişmeye devam ederek ilerlediği için her albümün kendine ait bir tonu, havası var ama Opeth müziğini markalaştıran, tartışmasız bir başarıya ulaştıran albüm Blackwater Park oldu. Bugün tamamen Mikael’in grubu olarak gördüğümüz Opeth’in bu albümdeki kadrosuna da bir göz atmak gerek bu arada:
Mikael Åkerfeldt – Vokal, Gitar, Akustik gitar
Peter Lindgren – Gitar
Martin Mendez – Bas
Martin Lopez – Davul
Steven Wilson (Konuk): Piyano, Vokal, Gitar, Mellotron
Prodüktör koltuğunda da neredeyse bütün İsveç’i prodükte etmiş büyük usta Fredrik Nordström ve yine Steven Wilson; kapak da Travis Smith… Eh be kardeşim; bu nasıl all-star kadro böyle? Mikael’in zirvedeki brutal vokali, kontrolsüz ama içten temizleri, uyumsuz notalarla fazlasıyla heavy tınlasa da bir o kadar da akılda kalıcı melodilerinin yanı sıra Martin Lopez’in her vites değişimini çok berrak bir biçimde hissettirebilen, ağırlığı perküsyon ritimlerindeki muhteşem davul performansı, Peter Lindgren’in Mikael ile zaman zaman çakışıp zaman zaman örtüşen ve her ikisinde de ayrı bir tat veren gitarı ve Opeth’in bel kemiği Martin Mendez’in maestro niteliğindeki basları… Bunlar yetmezmiş gibi bir de üstüne Steven Wilson dokunuşu!
Opeth’in bu dönemini düşündüğümde aklımda sıradan halkın ağzına bile almak istemediği türden korkunç şeylerin yaşandığı, üzerinde kara bulutlarla, etrafında uğursuz kuşların uçuştuğu, etrafındaki toprakta tek bir çiçek bile açmayan, zararlı otlarla çevrelenmiş kasvetli bir kale canlanıyor. Duvarlarındaki, koridorlarındaki estetiği hala en bakmayan gözlerin bile dikkatini çekebilecek türden de olsa artık kötülükle, karamsarlıkla kararmış, görkemi kötülüğünün altına gölgelenmiş eski bir kale… Açılışı yapan The Lepper Affinity‘nin başında yer alan ürkütücü Steven Wilson piyanosu yavaşça yükselip Mikael’in dissonant gitarları girdiğinde eksiksiz bir biçimde beliriveriyor bu görüntü zihnimde. Grubun marka haline getirdiği akustik geçişleri, progresif rock ile death metalin melodramatize olmanın eşiğine gelip orada durmayı başaran ilişkisi ve tüm yaşanan keşmekeşin ardından sakince piyanonun başına oturup birkaç tuşa basan kahramanın (Steven Wilson) o kabullenmiş, yenilmiş halleri.. Hala grubun yaptığı en iyi şarkılardan biri The Lepper Affinity ve olacak iş değil. Daha bunun oryantal Bleak‘i, asla kategorize edilemeyen The Drepary Falls‘u, The Dirge for November‘ı falan var… Ne biçim albüm ya.
Bazı albümler hakkında arkadaşlarla laflarken salon metali gibi bir tabir kullanıyorum ve başta epey güldürse de aslında bence bazı işleri tanımlamak için çok isabetli bir sıfat bu. Blackwater Park‘ın da eksi yönlerinden biri, anlaşılabilir olmak için pek bir çaba göstermeyip tüm Opeth albümlerinde olduğu gibi tamamen üreticisinin keyfine göre bir iş olması. Bu, her ne kadar nihayet kendini açıp içindeki cevheri gördüğünüzde atfedeceğiniz değeri arttırsa da sabır ve dikkat gerektiren bir dinleme sürecine dönüştürüyor albümü. Sık tekrar, uzun girizgahlar ve zaten her şeyden önce 70 dakikaya yakın bir müzik ile Blackwater Park, bir-iki dinlemede değerlendirilip köşeye atılacak bir eser değil. Bu albümü sevince otomatikman daha kaliteli bir müzik dinleyicisi olmuyorsunuz tabii, söylemeye çalıştığım böyle tepeden bakmacı aptalca bir şey değil ama Opeth’in biraz daha farklı bir algı gerektirdiği de bir gerçek.
Bir diğer eksi ise Harvest. Mikael ABBA‘dan çöktüğü Benighted‘ın ayak izlerini takip eden ve tamamen akustik bu şarkı, aradan geçen yıllara dayanamayıp eskiyen ve artık albümü dinlerken sıklıkla atladığım bir parça. Zaten 18-20 yaşlarında, Opeth’i yeni keşfeden genç arkadaşlar dışında Opeth konuşup da Harvest‘tan bahseden pek bir kimse bulamazsınız. Dirge for November, Bleak, Blackwater Park ve diğerleri hala birilerinin favorileri arasında yer almaya devam ediyor ama Harvest‘ın iyi yaşlanmadığını kabul etmek gerek.
Neyse, artık ne zamandır Opeth konuşmadıysam canım çekmiş resmen. Opeth’in progresif death metal türünü tek başına nereden nereye taşıdığını görmemek için kör olmak gerek ve Blackwater Park, 2000’lerin en önemli bir-iki metal albümünden biri olarak tarih sayfalarındaki yerini alalı yıllar oluyor. Bunun hakkında ne yapacağınız size kalmış tabii ama eğer sözümün bir kıymeti varsa kalitesiz Opeth şakalarını bırakıp kaliteli Opeth albümlerini dinlemeye başlamanızı tavsiye ediyorum naçizane. Görüşürüz.
Bu albüm bana göre Mikael’in iç karmaşsının muazzam eseri. Prog Rock delisi aynı zamanda death metal sevdalısı bir abimiz olduğu için iki.tür arası gidip geliyor ve uyumsuz notalarla uyumlu notalar birbirine girerek bir şaheser meydana getiriyor