Dream Theater – Distance Over Time
Merhaba.
Beni uzun süredir takip edenlerinizin tahmin edebileceği üzere salt progresif metal en sevdiğim türlerden biri değil aslında. Birçokları gibi Pull Me Under ile tanıştığım Dream Theater müziğine, 2003’de yayımlanan ve pek çok hayranın pek de hoşlaşmadığı Train of Thought albümüne kadar biraz burun kıvırdığımı itiraf etmem gerek. Elbette henüz 15-16 yaşlarında olmamın, müziğin bu yönünü anlayacak veya takdir edecek kadar olgunlaşmamış kulaklarla devamlı olarak bir önceki dinlediğimden daha da sert şeyler arayıp durduğum bir döneme denk gelmesinin de etkisi var. Fakat önce Train of Thought albümü, sonrasında dönemine göre muhteşem Live at Budokan DVD’si derken Dream Theater dünyasına tumturaklı bir giriş yaptım nihayet ve eski albümlerine göz attıkça gruba olan saygım ve sevgim katlanarak arttı elbette.
Uzatmayalım; Mike Portnoy’un ayrılışının ardından Mike Mangini’nin baget salladığı A Dramatic Turn of Events ile gruba ilgimi yeniden kaybettim ve 2019’a gelene kadar grubun Mangini ile yaptığı üç albümü toplasanız üçer defa dinledim mi, onu dahi hatırlamıyorum. Konusu açılır ve ille de bir fikir beyan etmem gerekirse de de grubun son on-on beş senede yaptığı tek sevdiğim albümün Black Clouds & Silver Linings olduğunu söyleyip kapatıyorum çenemi genelde.
Distance Over Time‘ı ilk dinleme sonrası yeniden açtığımda ister istemez davulda Mike Portnoy’u hayal etmeye başladım. Bunun nedeni ise söz gelişi Mangini köyden kanlım olduğu ya da Portnoy’dan paralar yattığı için değil, Distance Over Time Dream Theater’ın agresif yönünün öne çıktığı, direkt ve sert bir albüm olduğu ve Mike Mangini her ne kadar saniye durmadan yine standartın ötesinde bir performans sergilese de Mike Portnoy’un grup sertleştiğinde adam dövmeye başlayan azman davulları ile başka bir seviyede olabileceği düşüncesinden sıyrılamayışımdı. Kısacası Distance Over Time epey sert ve net bir albüm olmuş.
Yonderbarn Stüdyoları’nın beş dönümlük arazisi dahilinde grubun kendini dış dünyaya kapatarak dört aylık bir süreç sonunda sunduğu Distance Over Time‘da grubun bir tür yeniden kaynaşması mı dersiniz, kendi köklerini ya da kimliğini hatırlamak mı artık bilemem ama en azından samimiyeti hissediliyor. En azından Petrucci-Myung-Rudess arasındaki kimya yeniden sağlanmış gibi.
Mangini için söyleyeceklerimi söyledim zaten yukarıda, o yüzden geriye kalan son eleman James Labrie’ye dönüyoruz. Kendisi için herhangi bir zamanda ağzımdan iyi bir şey çok zor çıkar ne yazık ki; kendi projesindeki vokalini gayet beğenmekle birlikte Dream Theater’da her zaman zayıf karın bölgesi gibi oldu benim için Labrie. Neyse ki kendi enstrümanıyla yapabileceklerini göstermek yerine çok yerinde bir kararla, uçlara vardırmadığı bir performansla pisti diğer arkadaşlarına bırakmış bu defa. Kısacası ortalama bir performansı var Labrie’nin ama genele bakınca bu olumlu bir şey galiba, bilemedim.
Bilmiyorum grubun sıkı takipçileri diğer bestelere kıyasla nasıl buldular ama At Wit’s End‘i hem albümdeki diğer parçalara kıyasla çok daha azman hem de grubun eski zamanlarını hatırlatması açısından kıymetli bulduğumu belirtmek isterim. Zaten herhangi bir yerde çalmaya başladığında daha ilk on saniyesi dolmadan herkes çalanın Dream Theater olduğunu anlayacaktır, o kadar grubun karakteristiğine uygun bir şarkı. Petrucci-Myung ortaklığı, Rudess’in albümün kalanına nazaran çok daha karakterli solo bölümleri, temponun düştüğü bölümde öne çıkan Labrie ve Petrucci’nin enfes finaliyle dört dörtlük bir Dream Theater parçası olmuş At Wit’s End. Dream Theater sevip de At Wit’s End‘i sevmeyen biri çıkmaz herhalde. Benzer şeyleri Fall into the Light için de söyleyebiliriz kesinlikle ama At Wit’s End’den biraz daha fazla etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Bu arada albümdeki en uzun şarkı At Wit’s End ve o bile on dakikanın altında. Oh be kardeşim, haha.
Albümde taktir ettiğim bir diğer şey de çoğunlukla kendi güvenli bölgesinde kalmasına rağmen grubun ara sıra hala yeni bir şeyler denediğini gördüğümüz şarkılara rastlamak oldu. İlk yayımlanan şarkılardan Paralyzed, önce Myung ustanın güncel deyişle hüküm dağıttığı, sonlarına doğru ise Rudess’in müthiş bir solosu bulunan -gerçekten, o ne öyle Rudess- S2N ve kapanıştaki Pale Blue Dot gibi şarkılarda yine fanteziden fanteziye koşuyor Dream Theater.
Biraz standart ve geçiştirme gibi gelen Room 137 ve kapanışa yakın giren ballad Out of Reach dışında hemen hemen her şarkıda bir şeyler dikkat çekip akıl alıyor mutlaka. Progresif metal için bundan daha önemli bir kıstasımız var mı bilmiyorum ama mesele işi şova döküp samimiyetin içine etmeden akıl almaksa eğer, en azından benim nezdimde uzun bir süre aradan sonra Distance Over Time sayesinde Dream Theater bunu bir defa daha başardı. Üstelik de özellikle hayranları olmamama rağmen bir müziksever olarak hayretle ve keyifle dinlediğim bir albüm oldu Distance Over Time; türü sevenlere gözü kapalı tavsiye.
Geri bildirim: 2019 Yılının En iyi Metal Albümleri ve Grupların En İyi Şarkıları | TESAD