Wolfheart – Constellation of the Black Light
Merhaba.
Anlaması biraz zor, fakat sevmesi pek kolay insan Tuomas Saukkonen, bilindiği üzere 2013 yılında sayısız proje ve grubunu kesin bir şekilde sonlandırdığını açıklamış, kendisini bundan sonra Wolfheart ile yapacağı işlere adamaya karar vermişti. Wolfheart adı altında yaptığı ilk albüm olan 2013 çıkışlı Winterborn ise kimi çevrelerce yere göğe sığdırılamadığı gibi, Saukkonen’in kariyerindeki en iyi iş olduğu şeklinde de güçlü bir ortak kanı oluşturmuştu ve bir noktada da gerçekten öyleydi. Tehlikeli, tavizsiz ve kasvetli bir kuzey kışını oldukça müdanasız bir şekilde müziğe dökebilmek pek kolay bir iş değil elbette. Saukkonen ise karakterini kış mevsiminden ve kış hayvanı kurttan alan müziğindeki saldırganlığı harika bir atmosfer ve enfes bir ahenk içerisinde, zaman zaman yaprak kımıldatmadan etrafı buz kestiren bir Ankara ayazı kıvamında sunmayı çok iyi bilen bir müzisyen olduğu için zahmetsiz bir biçimde başarabiliyor bunu.
2014’te tam zamanlı, ful kadrolu bir grup haline dönüşen Wolfheart’ı en son 2017’de çıkan Tyhjyys ile dinlemiş ve yine taktir edip uğurlamıştık. Saukkonen’i bilenler bilir, kendisi pek yerinde duramayan, üretmeden yapamayan bir arkadaşımız. Tyhjyys’in çıkışının ardından henüz bir buçuk yıl geçmeden yeni bir Wolfheart albümü ile karşı karşıya olmamız pek şaşırtıcı değil o yüzden. Peki bakalım beş yılda dördüncü meyvesini veren Wolfheart’ın yeni albümü Constellation of the Black Light nasıl? Tabii canlı bağlanıp son gelişmeleri alabileceğimiz bir muhabirimiziz olmadığı için söz yine bende. Evet.
Saukkonen, nereden bakarsanız bakın, sayısız fikre sahip bir müzisyen. BEFORE THE DAWN‘dan beri her zaman müziğini tek veya birkaç iyi fikrin değil, aksine onlarca, yüzlerce enfes fikrin peş peşe sıralanması üzerine kurmayı tercih ediyor. Kimi zaman birbirinden bağımsız bazı fikirler uç uca eklendiğinde ortaya arzulanan sonuç çıkamayabiliyor tabii ama yaklaşık yirmi yıl ve neredeyse yirmi albümlük (manyaklık ya bu resmen) bir tecrübeden sonra Saukkonen artık Wolfheart ile en verimli, en olgun dönemini geçiriyor, orası kesin.
Constellation of the Black Light bana yetmedi. Şöyle ki; biraz kavradıktan sonra, bilinçli bir şekilde dinlemeye başlayınca, son parça Valkyrie bittiğinde kendimi daha fazlasını isterken buldum. Yedi parçayla kırk bir dakika civarı bir süreye sahip albüm, ağıza çalınan bir parmak bal hissi yarattı bende. Bunun dışında Finlandiyalı gruplara özgü bir buz maviliği ve geçit vermez bir soğukluk ile sarmalanan Constellation of the Black Light, melankolik, melodik death metalin nasıl olması gerektiği hakkında çok iyi bir örnek teşkil ediyor.
Enteresan bir tercih olarak on dakikanın üzerine çıkan epik bir parçayla açılan albümün devamı ortalama beş dakikaya yayılan, nispeten daha geleneksel kalıplara sahip parçalardan oluşuyor. Melankolik armoniler, soğuk rifler, Saukkonen’in tek boyutlu ama ama güçlü, doğanın öfkesine öykündüğüne inandığım kükremeleri derken Wolfheart’a dair bildiğimiz her şey patır patır saçılıveriyor ortaya. Everlasting Fall esnasında biraz sıkıldığımı ve gelecekte büyük ihtimalle bu parçayı atlayacağımı itiraf etmeliyim. Geçmişte Saukkonen’den bu tarz çok şey dinledim ve açıkçası onun bunca üretime rağmen hala bu kadar az bilinen biri olmasının nedenlerinden birinin de bu tarz besteler olduğuna inanıyorum. Biraz heves kıran ve gereksiz uzayan bir parça bence ve albümle ilgili neredeyse kötü bir ilk izlenime neden olacaktı ki, belki de şimdiye kadar Saukkonen’den duyduğum en keyifli işlerden biri olan Breakwater başladı da kendime geldim.
Yeryüzünün üzerine kapanan gri, koca bulutları anımsatan bir yoğunluğu var Wolfheart müziğinin ve doğru kurgulandığı anlarda bir anda insanın üzerine kapanıveriyor. Şüphesiz canavar prodüksiyon ile bu etki daha da artıyor ama Breakwater da tam böyle bir parça işte. Muazzam bir güçle açılıp melodik death metalin çağladığı enfes anlar yaşattıktan hemen sonra bu defa da melankolik, düşük tempolu kısa bir geçişin ardından harika bir soloyla insanı alaşağı ediyor. Hemen arkasından gelen The Saw’da ise sular çekildiğinde ortaya çıkan yıkım karşısındaki çaresizlik hissi sarmalıyor insanı. Abuk subuk konuşuyorum ama hakikaten peş peşe cuk oturmuş bu parçalar. Şurada biz bizeyiz; The Saw’un bir tık banal ana melodisi bile Breakwater sonrasında hiç sırıtmıyor ve olması gereken bir şeymiş gibi hissettiriyor.
Bu ikili sonrasında da durmuyor Wolfheart ve azman davullu Forge With Fire ile yine vitesi beşe, kafayı henü boyun fıtığı olmamış dinleyicilere takıyor. Albümün özelliksizi Defender ardından giren Warfare de yine tanıdık fikirlerle başlasa da sonradan kendi yolunu buluyor. Kapanışı yapan Valkyrie ise yukarıda bahsettiğim Breakwater – The Saw ikilisiyle beraber albümdeki favorilerimden.
Kış metali yaptığını iddia eden bir melodik death metal grubundan daha iyi bir albüm çıkmasını bekleyemezdik sanırım; senenin en iyi melodik death metal albümlerinden bir tanesi Constellation of the Black Light. Daha önce Saukkonen’in işlerini fazla karman çorman görüp uzak durduysanız Wolfheart ile bu çılgın bahçıvanın dünyasına yeniden bir göz atmanın tam zamanı.
Ben de Toumas’ı Black Sun Aeon ve Before the Dawn zamanlarından beri takdirle takip edenlerdenim. Özellikle Shadow World’ün ayrı bir yeri vardır benim nazarımda. Bu albümde gene mükemmel bir Fin fırtınası estiriyorlar kanımca. Ben aksine açılış şarkısını çok beğendim, ama dediğin gibi büyük risk 10+ dakika ile girmek albüme. Hatta geçen hafta Montreal’de izleme imkanı buldum, konserin de açılış şarkısı Everlasting Fall idi ve mükemmel çaldılar. Bir de Breakwater vardı setlistte Constellation of the Black Light’tan. Albümün geneline şimdiden ısınmış olmamla birlikte öne çıkan diğer şaheserler: Valkyrie, Defender ve Warfare.
Geri bildirim: Dawn of Solace – Waves – Metalperver