BRUTAL ASSAULT 2018: Nergal ile Sıcak Saatler…
Merhaba.
Brutal Assault 2018 güncemin bir önceki bölümünde yıllar sonra yeniden MARDUK izlemiş olmanın coşkusu ile sabahlara dek süren kutlamalarda kendimden geçtiğimden bahsetmiştim. Haliyle festivalin üçüncü gününe biraz yorgun, bitkin ve susuz uyandım.
Fakat festival ortamını bilenler bilir, ne kadar kötü bir durumda olsanız da aklınızın bir köşesinde ertesi gün içerisinde de yapacak, yaşanacak pek çok şey olduğu bilgisi salınıp durmaya devam eder her zaman ve bu da sizi dinç tutar. En azından benim adıma olaylar bu şekilde gelişti ve öğlen vakti uyandığımda aklımda yalnızca derhal litrelerce su içip o gün izleyeceğim gruplar için kendimi bir an önce toparlama düşüncesi vardı.
VOIVOD’da yıllarını geçirmiş Eric Forrest’ın grubu E-FORCE‘u kaçırmıştım ve bu yeteri kadar önemli bir kayıptı. Kısa bir süre sıra bekleyip duşumu aldıktan sonra kahvaltı maiyetinde bir şeyler kapıp festival alanının yolunu tuttum. HARAKIRI FOR THE SKY çoktan başlamıştı ve anlık bir metal gazıyla yardırıp grubun son iki parçasına yetişmeyi başardım. Zaten sonradan toplam beş parça çaldıklarını öğrenince o kadar da çok bir şey kaybetmediğimi görecektim. Stillborn ve Jhator‘u canlı izleme fırsatı buldum ve söylemeliyim ki stüdyoda olduklarından daha başarılılar sahnede. Gerçi grubu çok sevmediğim de bilinen bir gerçek; son albüme karşı zor tutmuştum kendimi hatırlarsanız.
Ben yavaş yavaş kendime gelmeye başlarken yan tarafta Polonya’nın en büyük isimlerinden ve bugüne kadar nasıl hala dünyaca ünlü bir hale gelmediğini anlamlandıramadığım HATE çıktı sahneye. Kemiksiz, tertemiz bir death/black metal yapıyorlar ve iyi yaptıkları şeye tutunarak boğulacakları sulara kulaç atmıyorlar hiçbir zaman. Saat 15:35’de sahne almalarına ve sıcak havaya rağmen hatırı sayılır bir kitle toplayan HATE, baştan sona harika bir performans sergiledi ve festival içinde pek beklentimin olmadığı fakat çok keyif aldığım konserler kategorisinde üst sıralarda kendine yer buldu. Daha önce dinlemediyseniz bir göz atın derim. On albüm gözünüzü korkutabilir ama bir yerden dalın mutlaka.
HATE sonrasında ise festivalin en renkli, en ilginç gruplarından HENTAI CORPORATION vardı sırada. Grubu festival öncesinde keşfetmiştim ve özellikle bol kimyasal tüketerek üretilmiş çılgın kliplerini gördükten sonra izlenecekler listeme almıştım. Bütün türleri harmanlayan avangart bir manyaklık sunuyorlar ve çok da iyi bir vokaliste sahipler. Çek olmalarından ve bu festivale birkaç defa daha katılmış olmalarından ötürü kendilerine has bir kitleleri vardı zaten ama konser ilerledikçe grupla hiç alakası olmayan insanlar da yavaş yavaş sahneye doğru çekilmeye başladılar. Yine mutlaka bilinmesi gereken manyaklıklardan biri olarak kayıtlara geçti HENTAI CORPORATION. Equilibristic Brides çalarken biraz dans ettiğimi de itiraf etmeliyim sanırım, haha.
Aslında festivalin en göz korkutucu günü bu gündü. 17:55’de sahneye PESTILENCE çıkıyordu ve sonrasında sırayla MISERY INDEX, TERROR, AT THE GATES, MINISTRY, BEHEMOTH, CARPATHIAN FOREST ve DEAD CONGREGATION vardı. Kısacası ölecektik. Haliyle arada nefesimi toparlayabilmem için bazı grupları es geçmem gerekecekti. Ben de elli dakika süre alan PESTILENCE‘ı yarım saat kadar izledikten sonra bir o kadar da MISERY INDEX izleyip – ki kendilerini epey uzaktan izledim ve gördüm ki sahnede bu ayılar varken insanın yardıra yardıra koşturup kendini pitin ortasına atmaması gerçekten çok zormuş – AT THE GATES için olabilecek en iyi konumu almak için TERROR‘u tamamen görmezden geldim. Zaten daha önce söylediğim gibi aslında hemen yanımızda çalıyorlardı ve ekrandan da konseri takip edebiliyordum. ATG için harika bir yere, en öne geçip grubu beklemeye başladık…
Saatler 20:45’i gösterdiğinde Der Widerstand introsu girdi ve hemen ardından To Drink From the Night Itself ile açılışı yaptı melodik death metalin kralları. Türkiye’de hiçbir konserde bu kadar yakında izleme fırsatı bulamadığım AT THE GATES‘i Çekya’nın bir kasabasında, on binlerin içinde, en önden izliyordum. Daha ne olduğunu idrak edemeden Slaughter of the Soul girdi ve yanımda yuvarlanan, birbirini ezen metalkafalara aldırmadan bu anı şu şekilde ölümsüzleştirmeyi başardım; huzurlarınızda AT THE GATES – Slaughter of the Soul:
Yeni gitarist Jonas Stålhammar’ın hiç sırıtmayan performansı, Tompa’nın inanılmaz enerjik, güçlü ve yılların tecrübesine dayanan duruşu, birbirinden enfes ATG klasikleri derken sonraki bir saatin nasıl geçtiğini anlayamadım bile. Bu konser için söyleyecek pek bir şeyim yok gerçekten, o nedenle şarkı listesini bırakıp devam ediyorum; her anlamda kusursuz bir şovdu:
Der Widerstand
To Drink From the Night Itself
Slaughter of the Soul
At War With Reality
A Stare Bound in Stone Cold
The Circular Ruins
El Altar del Dios Desconocido
Death and the Labyrinth
Under a Serpent Sun
The Chasm
Heroes and Tombs
Nausea
Suicide Nation
The Book of Sand (The Abomination)
Blinded by Fear
The Night Eternal
Son fotoğrafa yeterince küfür edip rahatladıysanız şimdi size Brutal Assault’ın bir başka güzelliğinden bahsetmek istiyorum. Daha önce söylediğim iki gibi festivalin iki ana sahnesi var ve iki sahne yan yana konumlandırılmış. Bir tanesinde grup çalarken diğeri ise bir sonraki grup için hazırlanıyor. Böylece ana sahnede yer alan gruplar birbirleriyle çakışmıyorlar. Hal böyle olunca bir o sahnede, bir ötekinde gerçekleşiyor konserler. ATG konseri sonrasında diğer sahnede MINISTRY çıkacak, sonrasında yine At the Gates’in çalacağı sahnede BEHEMOTH yer alacaktı. Eh, hazır ATG için en öne gelmişim, bir saat sonra da aynı yerde BEHEMOTH çıkacak; ATG biter bitmez insanların kıpırdanmasını fırsat bilip bariyerlerin önüne geçiverdim.
Yanıbaşımda, dirsek dirseğe durduğumuz kızın bileğindeki Wacken 2018 bilekliğini gördüm ve oradan muhabbete girdim. Grubu birkaç gün önce Wacken’da izlemişti. Orada 18:45’de çıktıklarını, şovun büyük bölümünün gündüz gerçekleştiğini ve bu nedenle çok keyif alamadığını anlattı. Laf lafı açtı (öhöm) ve arkada çalan MINISTRY eşliğinde dakikalar akıp gitti. Yine de ara ara hem sıkışıklıktan hem de ayakta beklemekten bunaldığımı itiraf etmeliyim. Neyse ki hem sahnenin hazırlanışını izlemek hem de sahnenin hemen yan tarafında, kolonların arasında Nergal’i, Orion’ı, Inferno’yu son hazırlıklarını tamamlarken görmek ekstra motivasyon sağlıyordu. Teknisyenler alev makinelerini son bir defa kontrol ettiler ve saatler 23:05’i gösterdiğinde BEHEMOTH, ellerinde meşaleler ile, hemen önümde sahneye çıktı…
Behemoth’u hayatımda ilk kez 18 Aralık 2005’te, Ankara’da, yaklaşık yüz elli, bilemedin iki yüz kişiyle izledim. Sahneye seyircinin arasından çıkmışlar, küçücük bir basamak ile yükselen pespaye bar sahnesinde sıkış tepiş bir halde çalmışlardı. Hatta bacağımı sahneye yaslayıp destek alırken Orion beni görmeyip öne atılınca bacaklarındaki dikenler dizime girmişti (konser sonrası öpüşüp barıştık). Daha sonra iki defa daha izleme fırsatı yakaladığım BEHEMOTH, her defasında biraz daha büyüdüğünü göstermiş, Nergal’in inanılmaz vizyonu doğrultusunda giderek metal sahnesinin gördüğü en büyük isimlerden biri haline gelmeye başladığını her halinden hissettirmeye başlamıştı… Fakat kim ne derse desin, grubun on üç yıl gibi bir sürede geldiği nokta, onlarla ilgili her şeyi bilmeme rağmen yine de beni hayrete düşürdü. Zira ben böyle bir büyüklük, böyle bir yıldız olma durumu görmedim…
BEHEMOTH Ov Fire and the Void ile açılışı yaparken sahne ile seyirciler arasında yer alan, fotoğrafçılara, crowd surfing yapanlara, onların güvenle yeniden kalabalığın arasına karışabilmesi için orada olan güvenliğe (hani bizde adam dövmek için duruyorlar ya, o yüzden) ayrılan o küçük alan bir anda dolup taşıverdi. Normalde sırtını sahneye dönüp seyircileri takip eden güvenlik bize arkasını dönmüş, resmen birbirini ezerek iyi bir kare yakalamaya çalışan fotoğrafçıları zaptetmeye çalışıyordu. Hiç abartmıyorum, o küçücük alanda belki elli fotoğrafçı vardı. Genellikle ilk iki şarkıda fotoğrafçılara müsaade edilir ve herkes bunu bildiğinden Demigod başladığında işler iyice karıştı. Zira şarkının bir noktasında Nergal sahneden inip ön tarafa, uzanıp dokunabileceğim bir mesafeye geldi. Seyirciyle iletişimini kesmeden, birbirinden nefis pozlar vererek çalıyordu ve işin business kısmına bu kadar yakından ortak olmak gerçekten eşsiz bir tecrübe oldu. Tabii her şey bir yana, Nergal ile aramda bir kol boyu kadar mesafe olması da bambaşka bir manyaklıktı elbette. Nergal’i sinirlendirmeden seri bir şekilde beş-on kare çektim ama çoğu bulanık çıktı. Yine de bir tane paylaşayım:
Sayısı alev makinesi, sis makinesi, ışık gösterileri ve kusursuz bir performans ile BEHEMOTH konseri gerçekten de müthiş başladı. İlk iki parçadan ve fotoğrafçılar biraz sakinleştikten sonra ben alev makinesi kullanımının epey azalacağını tahmin ediyordum ama işler öyle olmadı. Makinelerden bir tanesi yetmiş beş derecelik bir açıyla (teknisyenin bunu söylediğini duymuştum konser öncesinde) seyircilere doğru alev püskürüyordu ve anlık patlamanın ardından makinenin havaya saçtığı bütün yakıt, üzerime yağıyordu. Birkaç şarkı sonra telefonum bu nedenle kendini kaybetti ve ben de tam önümde gerçekleşen bu inanılmaz şova kendimi kaptırdım gitti. Yine de yakaladığım şu kareyi de müsaadenizle burada sergilemek istiyorum; senin satanik canını yerim Nergal ya:
Uzun lafın kısası, BEHEMOTH artık bambaşka bir seviyede ve daha uzun süre orada kalacaklarmış gibi görünüyor. Hem sahne performansı, hem muhteşem şovu ve hem de enfes şarkı seçimleri ile hakikaten festivale damga vurmayı başardı BEHEMOTH. Daha çok övebilirim ama uzatmayayım. Çektiğim videolar bir noktada ya alevlerden korumak için ya da şarkının gazına kaptırıp telefon hakimiyetini kaybettiğim için yarım kalmış ama yine de bir tane paylaşmadan geçmeyeyim. grubun seti ise şu şekildeydi ve bence çok dengeli, muhteşem bir setti:
Ov Fire and the Void
Demigod
Ora Pro Nobis Lucifer
Conquer All
God = Dog
Messe Noire
Alas, Lord Is Upon Me
Wolves ov Siberia
Blow Your Trumpets Gabriel
Decade of Therion
At the Left Hand ov God
Slaves Shall Serve
Chant for Eschaton 2000
O Father, O Satan, O Sun!
Bu çılgınlık sonrasında yaklaşık dört saattir aralıksız ayakta durduğum ve üzerimden iki dev grup geçtiği için vücudum alarm vermeye başladı. O nedenle CARPATHIAN FOREST‘u uzaklardan takip etmek zorunda kaldım. Sonraki bir saati üstümü başımı silerek (hakikaten, çakmak çaksanız havaya uçacak haldeydim), bir şeyler içerek ve bacaklarımı ovarak geçiştirdim. Bu esnada arkada I am Possessed falan dinliyor olmak müthiş bir keyifti elbette ama doğrusu hakkını veremediğim ve bu nedenle üzüldüğüm gruplardan biri oldu ne yazık ki CARPATHIAN FOREST.
Sırada İstanbul’da yakalayamadığım, zamanında yazdığım kritiklerle ülkemizde tanınmasına katkımın da olduğunu düşündüğüm ve içten içe gurur duyduğum ölüm metali danaları DEAD CONGREGATION vardı. Her ne kadar yorgunluktan bayılacak vaziyette olsak da bu konseri mutlaka takip etmek istiyordum ve hazır kalabalık da yavaş yavaş dağılmaya başlamışken güvenli bir mesafeden grubu seyre koyuldum. Son grup oldukları için seyircinin helak olmasına bağlı bir tutukluk vardı başlarda ama birkaç şarkı sonra yine herkes gaza geldi ve azımsanmayacak bir kitle önünde, makine gibi işler bir performans sundu DEAD CONGREGATION. Açıkçası grubun ana sahnede yer alıyor olması bile benim için şaşırtıcıydı, fakat gece 01:15’de sahne almalarına ve gün içinde yukarıda saydığım manyaklıklara şahit olmuş bir kitleye karşı çalmalarına rağmen epey kalabalıktı konser. Only Ashes Remain, Morbid Paroxysm ve Promulgation of the Fall dinledikten sonra bacaklarımın beni daha fazla taşıyamayacağına karar verip festival alanından ayrıldım. Biz son biralarımızı içmek üzere kasabaya doğru ilerlerken, Teeth Into Red ile kapanışı yapıyordu Yunan dostlarımız da.
Festivalin üçüncü günü de böyleydi. Giderek katlanmaya başlayan yorgunluk ve sıcak hava, Çek-Slovak-İrlandalı dostlarla beraber küçük bir ordunun keyfini yerine getirebilecek miktarda tüketilen alkol ile birleşince son gün hem AKERCOCKE hem de INTEGRITY konserlerini kaçırdım. Gerçi 12:20’ye de AKERCOCKE mu konur, kabahatin büyüğü bende mi siz söyleyin? Neyse, festivalin kapanış gününde görüşmek üzere efendim.