A Perfect Circle – Eat the Elephant
Bir fil nasıl yenilir? Elbette her defasında bir lokma yiyerek.
2004 yılında yayınlanan eMOTIVe albümünün ardından sessizliğe bürünen, TOOL insanı Maynard James Keenan ile Billy Howerdel’in süper grubu A Perfect Circle, aradan geçen tam on dört yılın ardından, nihayet yeni albümü ile bir kez daha dinleyicilerinin huzurunda; hakikaten de zamanı gelmişti artık.
Aynı anda hem insanın kanını kaynatabilen, hem durgun ve dingin bir ruh haline sokabilen hem de müziğini insanın zihnine kazıyabilen müthiş yetenek Billy Howerdel’in kaldığı yerden eksiksiz bir şekilde devam ettiğini, albüm öncesinde yayınlanan parçalarda görmüştük zaten. Merhum Robin Williams‘ın başrolünü üstlendiği ve kusursuz bir performans sergilediği 1998 yapımı What Dreams May Come filminden yola çıkan Disillusioned, çikolata fabrikasının sahibi Gene Wilder‘ı, Binbaşı Tom’umuz David Bowie‘yi, kelebek gibi uçup arı gibi sokan Ali‘yi ve biricik prensesimiz Carrie Fisher‘ı unutmayan, bu özelliği nedeniyle albümdeki en atipik ve yüksek tempolu/eğlenceli iki parçadan biri gibi görünmesine rağmen yürek burkan So Long, And Thanks For All The Fish ve elbette fitili ateşleyip hepimizi heyecanlandıran, insanın zihnine musallat olan The Doomed, çok sağlam bir şeyin geleceğinin habercileriydi. Öyle de oldu gerçekten; Eat the Elephant yılın en iyi albümlerinden biri.
Sanatçıların yaş aldıkça, tecrübe kazandıkça, müzikal becerileri oturdukça ve duygusal açıdan daha olgun bir hale geldikçe müziklerinde giderek küçülmeleri, çok daha minimal bir ses duvarı ile, daha az ile daha çok şey anlatma dürtüsüyle hareket etmeleri beni büyülüyor. Bu olgunluk, Eat the Elephant albümünde de o denli açık ve net görülüyor ki, A Perfect Circle’ı ilk defa dinleyecek olanlar bile bu müziği yapan insanların mutlaka çok şey görmüş, müzikal anlamda çok bilgili ve belli başlı şeyleri çoktan aşmış olduklarını anlayabilirler; hadi en azından gerçek müzik dinleyicileri diyelim. İstediğiniz kadar elitistlik olarak nitelendirin ama ana akımın ve ortalama dinleyicinin beklentilerini karşılamak gibi bir kaygısı bulunmayan, bu açıdan eminim pek çokları için hayal kırıklığı olacak bir albüm Eat the Elephant. Kaldı ki on dört yıl aranın ardından beklenti hala on dört yıl öncesinin müziği etrafında şekilleniyorsa biraz da insan kendinde aramalı kabahati diyor, aduketler atarak devam ediyoruz.
Direkt endüstriyel Hourglass, yukarıda da bahsettiğim neşeli melodilerle bezeli So Long…, eski APC parçalarını anımsatan, neredeyse baştan sona rif üzerine rif ile ilerleyen By And Down The River ve daha niceleriyle aslında Eat the Elephant elbette zengin mi zengin bir albüm. Fakat Maynard ve Billy, ne tam manasıyla yere yıkılıyor, ne de kalkıp rakibinin suratına bir tane patlatma derdinde. Bu ikili yalnızca bu ringde bir şeylerin ters gittiğini söylemek istiyor. Bu nedenle duygusal açıdan uç noktalara çıkmadığı, bunu tercih etmediği için belki kimi dinleyicilerin kıymetini bilemeyeceği ve alıştığının dışında bir albüm ama APC fitili ateşliyor; uzun mu uzun bir fitil bu ve sonunda bir patlama olup olmayacağı da belirsiz, fakat mühim olan gelip o fitili yakabilmekti belki de. Özellikle albümü kapatan, trip-hop Get The Lead Out, A Perfect Circle’ın neden bu kadar özel bir grup olduğunu bir kez daha ispatlıyor ve bu muazzam geri dönüşü taçlandırarak daha gidecek yolu olduğunu da müjdeliyor bir yandan.
Mer de Noms kadar duygusal veya Thirteenth Step kadar dinamik değil belki ama Maynard-Billy ikilisinin en olgun işi Eat the Elephant. Dinledikçe açılan, zamanla büyüyen bir albüm, o yüzden ilk seferde bir şey anlamazsanız biraz daha şans verin derim. Hassas ve sessiz; ismini aldığı yazının başında geçen bakış açısını tamamen benimsemiş, on dört yılın ardından gerçekten de o fili yemeyi başarmış, yılın -metal olmayan- albümü adaylarından bir tanesi kesinlikle.
A Perfect Circle ile bu albümle tanıştım diyebilirim. TalkTalk parçasına bayılmıştım sonra da albümü dinledim. Mer De Noms dan Judith ile beraber en sevdiğim APC şarkısıdır TalkTalk. Zengin müzikal yelpazesi çok hoşuma gidiyor