Ulvesang – The Hunt
Dünya üzerinde yürümüş her insanın en azından belirli bir seviyede sahip olduğu ritim duygusu ve bilinçli veya bilinçsiz ahenk arayışı, bu çabanın sonucunda ortaya çıkan üretimlerin bir noktada aynı potaya girebilmesini sağlıyor ve aslında bunda şaşılacak hiçbir şey yok. Müziğin bir hafıza işi olduğundan yola çıkarsak, bilhassa yüzyıllardır kullanılan enstrümanlarla üretilen, doğal seslerden ve tarihten beslenen folklorik müzik söz konusu olduğunda aslında bugünün insanından bir parça taşımasına rağmen bugünün toplumuna ait olmayan bir kavramdan söz ediyor oluyoruz. Neofolk, darkfolk ve benzer kategoriler altında sunulan bu müziği bu kadar sevmemin en temel sebebi de en özet haliyle aslında bu.
Tabii bu kadar geçmişe ve geçmiş insanın ahenk arayışına öykünen bir müzikte güncel hiçbir şeye yer olmamalı. O nedenle de pek çokları böylesi bir iddiayla yola çıksalar da, güncel normlara uyma çabası veya yapmaya çalışılan şeyin tam manasıyla özümsenmemiş olması yüzünden bazı özel isimler haricinde bu türde dinleyicisine dünyanın bundan çok daha farklı olduğu bir zamanı resmedebilen, etkileyici ve içten pek fazla bir şey çıkmıyor.
İçimizdeki primitif varlığa seslenen folk müzik, kompozisyon anlamında ne kadar az şeye ihtiyaç duyuyorsa ilham açısından da o kadar fazlasına muhtaç. İlk albümünü 2015 yılında yayınlayan Kanadalı duo Ulvesang’ı yaratan Alex ve Ana’nın ilham açısından türün en büyük temsilcilerinden geri kalır bir yanının bulunmaması hem onlar hem de dinleyiciler açısından büyük şans. Grubun kendi adını taşıyan ilk albümün büyük bir hayranı olarak Ulvesang acaba tek atımlık mı korkusuyla ilk başta çekinerek yaklaştıysam da The Hunt kısa sürede beni kendine bağladı ve Ulvesang’ı güvenilir, standartı belli bir isim olarak hafızamda sağlam bir yere yazmamı sağladı.
Elbette böylesi içe dönük bir müziği ya kişisel olarak bana hissettirdikleri üzerinden ya da yukarıdaki gibi belirli bir aidiyet ve hafıza bağlamına oturtarak değerlendirebilirim ancak. Alex ve Ana, akustik gitar ile hikaye anlatma konusunda üst düzey yeteneğe sahip iki müzisyen. Ne zaman başladığı belli olmayan bir hasreti ve huzur arayışını birbirleriyle sürekli paslaşarak çaldıkları gitarları ile anlatıyorlar. Bu anlatıda güncele yer olmadığı yönündeki fikirlerim, ikilinin yalnızca reverb ve delay gibi temel efektler, ki onları da özgün tınıyı güçlendirmek için kullanmak dışında gitarları kaydetmek için mikrofon dahi kullanmıyor olmaları sayesinde bir nevi Ulvesang kanadından da destek görüyor. Açıkçası bu türde pek alışkın olmadığımız bir kayıt biçimi ama Ulvesang’ın kendi özgün tınısını yakalaması açısından önemli bir detay ve işe de yarıyor.
Elbette türdeşleri gibi Ulvesang da pek çok farklı enstrümandan da besleniyor ama ilginç enstrümanlardan bahsetmek yerine albümde ilgimi çeken başka bir şeye değinmek istiyorum; vokale. The Hunt enstrümantal bir çalışma, yani albümde vokal yok. Buna karşın doğru anlarda giren bir mırıldanma, tempoya ihtiyaç duyulan noktada yükselen minimal bir koro, albüme müthiş bir hava katıyor. Ayrıca beklenmedik bir parçada hakikaten vokal de var ve doğrusu çok yakışmış. Kısacası vokaller olduğunda, olmadığında da Ulvesang müziğine çok şey katıyor.
Büyük bir avın peşindeki avcıların öyküsünü anlatan albüm çok temel bir yere dokunuyor ve doğru temposu içinde tepeye ulaştığında sayısız yıldızla göz alan gökyüzünün altında, ay ışığı ile pırıl pırıl aydınlanmış bir ormanın ortasında yer alan ufacık açıklıktaki devasa hayvanın bilge bakışlarıyla ansızın gözünde bir damla yaş beliren avcının zihnini ve kalbini yansıtıyor. İsmiyle müsemma parçaların işaret ettiği gibi tanrıların huzurunda avın iyi geçmesi için yapılan ritüellerden av esnasında yaşanan pişmanlıklara ve nihayet gerçeğin açığa çıkışına kadar bütün bir sürece ortak ediyor.
Ahlaki bir soru da soran The Hunt benim için senenin en iyi neofolk albümlerinden biri oldu. Özellikle bu tip, kusursuz bir atmosfer kurgulayıp kenara çekilen ve o set içinde dinleyicinin tecrübe edeceği şeylere pek karışmayan albümlere karşı büyük sempati duyduğum için The Hunt benim için kısa sürede kolay kolay unutamayacağım bir albüm haline geldi. Bu türde kolay kolay yeni bir isme denk gelmek pek mümkün olmadığı için eğer bu kafalara biraz olsun ilginiz varsa Ulvesang’ı asla ıskalamamanızı ve iki albüme de mutlaka göz atmanızı tavsiye ederim. Kendi türünde yılın en iyisi bile olabilir, bekleyip göreceğiz.