Klasik Bir Cumartesi: Slayer – Reign in Blood
Merhaba.
Metal dinleyicisi olmayan birine bu müziği anlatmak hiç kolay değil. Bin tane farklı çekince, kulaktan dolma yalan yanlış bilgiler ve alt edilmesi gereken ön yargıları bir kenara koymayı başarsanız bile işin bir de salt müzik boyutu var: Bu müzik dinleyenini mutlu etmek, ruhunu okşamak veya midesinde ponçiklik hisleri uyandırmak için değil, aksine huzursuz etmek, etrafta bir şeylerin yolunda olmadığını anlatmak, provoke etmek ve harekete geçirmek için var. Haliyle tüketimin bir parçası olmuş endüstriyel müzik normlarının dışında ve buna bağlı olarak da ancak belirli bir zaman ve emek harcanarak kavranabilecek bir yapısı var. En azından temeli ve olması gerekeni bu.
Bu açıdan baktığımızda dünya üzerinde SLAYER’dan daha metal bir metal grubu olduğunu, Reign in Blood‘dan daha metal bir metal albümü olduğunu sanmıyorum. Bu seviyede bir popülerliğe ulaşmış, dünyanın en ücra köşelerinde bile kendine ateşli hayranlar edinebilmiş diğer “sert” gruplar ile SLAYER arasında o kadar keskin ve büyük bir fark var ki tüm sebeplerini bilmeme ve kafamda bir yerlere oturtabilmeme rağmen bu lanetli adamların bu müzikle nasıl bu kadar büyük hale gelebildiklerini aslında pek de almıyor aklım.
Bu müzikle derken elbette aslında iyi bir şeyden bahsediyorum. Grubu dünyanın zirvesine çıkaran Reign in Blood‘ın uzun yıllar boyunca gelmiş geçmiş en sert müzik albümü olarak lanse edilmesini haklı çıkaran giriş şarkısı Angel of Death gibi bir çılgınlığın dünya üzerinde milyonlarca defa dinlenmiş olması aslında insanların metal müziğe ne kadar yakın olduklarının bir göstergesi gibi geliyor bana. Bu kadar sert, bu kadar yırtıcı, bu kadar şiddetli bir müziğin dünya çapında bir şöhrete kavuşması, SLAYER’ın ulusal televizyonlarda boy göstermesi ve genci yaşlısı demeden herkese ulaşabiliyor olması inanılmaz bir şey. Günümüzde biz dalga geçiyor ve çoğu zaman eleştiriyoruz ama ışıltılı dünyaların en dejenere isimleri bile bu gücün bir parçası olmak, bir şekilde SLAYER büyüklüğünden prim koparmak için grubun tişörtleriyle geziyorlar. Hiç bu açıdan bakmış mıydınız? Dünyanın en çok izlenen televizyon şovlarından birinde 240 bpm çat çut müzik yapıyor ulan adamlar; büyük manyaklık değil mi bu sizce de?
SLAYER’ın büyüklüğüne pek akıl sır erdiremediğimi itiraf etmeye çalıştığım bu cümlelerden sonra biraz da Reign in Blood‘ın insanın omurilik soğanına beton çivisi çakan hayvanlığına bakalım. Açıkçası kaç farklı grubun kaç albümünü dinlediğimi ben bile bilmiyorum ve rahatlıkla söyleyebilirim ki bu albümden daha ani, daha direkt ve daha ölümcül çok az şey dinledim. Grubun verse/nakarat tekrarı işine hiç bulaşmadan her bölümü bir çırpıda geçiverme kararı, bir albüm statüsünde olmasını bile hayli güçleştiren yalnızca yirmi dokuz dakikalık çalma süresi, lanetlenmişin uğursuz, karanlık ruhundan bahseden sözleri, kaos övgüsü boyutundaki hızı ve aynı şekildeki Kerry King soloları derken yine olay dönüp dolanıp tüm bunlara rağmen bu albümün nasıl bu kadar büyüyebildiğini sorgulama noktasına geliyor ve ben yine aklımı kemiriyorum… Nasıl oğlum ya.
Dünyaya saf thrash metalin nasıl olması gerektiğini ilan eden Angel of Death sonrasında da işler dinleyici için hiç kolaylaşmıyor. Rakibini ilk raund bitmeden yere sermeye yemin etmiş gözü kara bir boksör gibi bütün benliğiyle, yarınlar yokmuş gibi saldırıyor SLAYER. Üç dakikanın altında çalma süresi ortalamasına sahip şarkılar peş peşe darbeler indiriyor ve hayatımda ilk dinlediğim SLAYER eserlerinden biri olan Postmortem de nihayete kavuştuktan sonra metal tarihinin en önemli üç-dört şaheserinden biri olan Raining Blood ile gelmiş geçmiş en iyi albüm finaline bağlanıyor.
Kim olduğunuzu bilmiyorum. Ne istediğinizi de bilmiyorum. Bu albümü dinleyemiyor olabilirsiniz, kaydından, özellikle verse arkası riflerinin birbirine benzerliğinden veya Kerry King’in sapık sololarından dem vuruyor olabilirsiniz, fakat bu Reign in Blood‘ın abartılan veya kötü bir albüm olduğunu göstermiyor. Bu albüm ile kaç müzik türünün, kaç grubun temelinin atıldığı hakkında bir fikriniz olmayabilir ve yukarıda söylediğim şeyleri geçirebileceğiniz sağlıklı bir süzgece de sahip olmayabilirsiniz. Hatta ve hatta SLAYER’ı yalnızca bu albüm özelinde değil, genel olarak da sevmiyor olabilirsiniz. Sorun değil, ben insanları bir şeye ikna etmeye çalışmayı bıraktım, o yüzden peşinizden gelmeyeceğim, kendi kendinize sevmemeye devam edebilirsiniz. Fakat eğer bir yerde cahil cahil konuşup SLAYER’a laf ettiğinizi duyarsam işte o zaman sizi ararım, sizi bulurum ve sizi… Yok yahu, Bryan Mills miyim ben? O o kadar da değil tabii ama yani siz de saçmalamayın; SLAYER ulan bu!